2014 yılı Ocak ayı…
Sabah hava bayağı soğuktu. Dersim saat 9’da başlıyordu. Eşimle aynı anda evden çıktık. O arabayı alacaktı ben de VStrom ile okula gidecektim. Gece boyu sıcaklık sıfırın altındaydı. Sabah da eksi 4 görünüyordu. Eşime buzlanmaya dikkat etmesi gerektiğini hatırlattıktan sonra motora yöneldim. Giyindim, yağını kontrol ettim, ısıttım, yola düştüm.
Zırhlı birliklerin oralarda bir sol virajın çıkışında yol hafif aşağı meyillenir. İleride çok geniş bir sağ viraj vardı. Sol virajın çıkışında, ilerideki viraj sebebiyle soldaki şeridin en soluna doğru yanaşmaya başladım. Çiçeklikler sebebiyle gölgede kalan bölümdeki gizli buzlanma bir anda beni tepe taklak etti.
Motosiklet Yol Sanatı kitabında anlatılan Sistem’i doğru dürüst biliyor olsaydım konumlanırken önce güvenlik ve yol tutuşu ardından görüşü gözetmem gerektiğini anlamış olurdum. Oysa o zamanlar bunu belli ki öğrenememişim ve yol tutuş düzgün değilken gereksizce görüş için konumlanmışım. Cezası ağır bir tecrübe oldu benim için.
Bir anda vücudumun üst bölümü ön camın tepesine yapıştı. Ön tekere tepeden bakıyordum. Sonra motordan tamamen düştüm. Ne olduğunu algılamaya başladığımda motordan geride, yerde sürükleniyordum. Önce birkaç takla attım sonra dirseklerimin ve dizlerimin üzerinde kaygan asfaltta sürükleniyordum. Her zaman eksiksiz ekipmanla sürdüğüm için şansım iyiydi. Sürüklenme durunca ayağa kalktım. Motor çok ileride durmuştu. Ne motor ne de ben hiçbir şeye çarpmamıştık. Sadece sürüklenip sonra da durmuştuk. Bitmişti.
Arkadan gelen arabalar da sol şeritte düşmüş olmama rağmen bana veya motora çarpmamışlardı. Trafik durdu. Ben çiçekliklere oturdum. Asfalttan dışarı çıktım. Uzakta birileri motoru kenara almaya uğraşıyordu. Yere düşünce aldığım darbenin etkisiyle nefesim kesilmişti. Ah, rahatça derin bir nefes alabilsem her şey çok daha güzel olacaktı. Alamıyordum. Nefes almakta çok zorlanıyordum. Darbe alınca ilk anlarda bir süre böyle olur. Bunu hatırlıyorum. O yüzden sıkıntılı bir durum yok. Geçecek…
Çiçekliklere sırt üstü uzandım. Yanıma yaklaşan insanlar ambulans çağırdıklarını söylediler. Bekliyorum. Kaskıma, boynuma doğru uzanan eller var. Onlara engel oldum. “N’apıyorsun teyze? Elleme bırak. Ben çıkaracağım.” Belki kaskı çıkarırsam daha rahat nefes alırım. Çıkarıyorum kaskı. Bir başka teyze soruyor:
- Hızlı da gitmiyordun ne oldu da düştün sen?
Cevabı ben de pek iyi bilemediğim için “Bunları sonra konuşalım mı teyze?” demek istiyorum ama başka bir şeyler saçmalıyorum. Muhtemelen bilmediğimi söylüyorum.
Nefesim biraz düzeliyor, kaskı da yere vurmuşum. Mont, çizme pantolon hepsi aldıkları hasarlarla görevlerini yerine getirdiklerini gösteriyorlar. Ucuz atlattık. Ambulanstan önce polis geliyor. Kaza tutanağı dolduruyor. Bana bir şeyler imzalatıyor, ruhsatımı, ehliyetimi istiyor. Evrak işiyle ilgileniyor. Ambulans gelip de beni götürürse motor burada polislere kalır. Polisler de bu motoru parka çekerken motorun hasar almamış olanlar yerlerini de mahvederler. Motoru onlara vermemem lazım. Eşimi arıyorum. İyi olduğumu söylüyorum. Ulusan’ı sersvisi arıyorum. Motorun yerini söylüyorum, gelip almalarını istiyorum. Yola çıkıyorlar. Eşim de yola çıkıyor. Ona önce motora gelmesini söylüyorum zira beni ambulans götürecek gidonu ve koruma demiri yamulmuş olan VStrom hırsızlar gelip alsın diye öylece bekliyor olacak. Keşke Ulusan, ambulanstan önce gelse…
Polis motoru vermek istemeyişime anlayış gösteriyor. Motoru orada bırakıp gidiyor. Motor orada öylece bekliyorken, ambulans geliyor. Böğrümde bir sızı var. Derin nefes alamıyorum. Oramda kırık çıkık yok. Nabzım tansiyonum normal gibi. Ambulansa biniyoruz. Motor yalnız kaldı orda. Biraz sonra alırlar nasıl olsa. Anahtarı bende. Trafik normalde döndü. Ben ambulanstayım. Motor çalınmadan Ulusan sonra gelip motoru servise almış. Sıkıntı olmadı.
Ambulansın sedyesinde yatıyorum sert bir tahta koydular altıma, onun üstünde yatıyorum. Beni bir de bu tahtaya bağladılar. Böğrüm acıyor. Şoför nereye gitsek diyor. Bilkent köprüsünün oradaki Atatürk Hastanesi’ni öneriyorum. Orası en yakını gibi. Navigasyona o hastaneyi girip yola çıkıyoruz. Daha sonra orayı seçtiğim için pişman olacağım.
Ambulans inanılmaz hızlı gidiyor. Her virajda savruluyorum, böğrüm acayip acıyor.
- Abi ölümcül bir durumum yok, bu kadar acele etmesek?
Hiç öyle dememişim gibi hız kesme kasislerinden tangır tungur geçiyoruz. Canım iyice yanıyor. Hastaneye gelsek de bitse şu yolculuk.
Atatürk Hastanesi’ne inanılmaz görkemli bir giriş yapıyorum. Sedyeyle indirilip acil girişine getiriliyorum. Etrafımda koşuşanlar. Önemli biri olmalıyım. Hızlıca acile girdik ve başımdaki ambulans personeli beni hastane personeline teslim etti. Sonra… Sonrası beklemece… O hızla hastaneye yetiştirilip acil kapısında apar topar içeri alındım ama sonrası bir anda durdu. Sadece sırt üstü bekliyordum.
Doktor geldi olayın öyküsünü aldı. Motosikletin ne kadar tehlikeli olduğuna dair bir yorum yaptı ve gitti. Bu arada eşim hastaneye gelmişti. 9.30 civarında dersime devam ediyor olmam gerekirken Atatürk Hastanesi’nde bir sedyede sırt üstü yatıyordum. Röntgen çekilmesi istendi. İstenen pozisyona geçmemi söylediler ama geçemedim. Böğrümün ağrısı izin vermedi. Ultrasona geçtiğimizde eşim de yanımdaydı. Artık keyfim de yerine geliyordu. Göbeğime ultrason bakılırken “Sağlıklı olsun da cinsiyeti önemli değil doktor bey” esprim ne eşim ne de doktor tarafından pek hoş karşılanmadı.
Sonuçlar gelirken yine uzun uzun bekledik. Sedyede yatarken etrafı da görmeye başlamıştım. Mahşeri bir kalabalık vardı aslında acilde. İnleyenler, sızlayanlar… O günkü mesaimi acil serviste yapacağım anlaşılıyordu. Gerçekten de 9.30’da girdiğim hastaneden ancak 18.30’da çıkabilecektim. Bir ara böğrümün ağrısını hafifletmesi umuduyla oturmak istedim zira ağrıya dayanmakta zorlanmaya başlamıştım. Eşimden yardım isteyerek doğrulmaya çalıştım. Doğrulur doğrulmaz da yanlış bir karar verdiğimi, oturmanın canımı çok daha fazla yaktığını anlamış oldum. Geri yatmam lazımdı ama bu o kadar da kolay bir eylem değildi. Yine eşimin yardımıyla yatar pozisyona geri dönmeye çalıştım. Bu arada ben doğrulunca hemen orada bir sandalyede oturan yaşlı bir hasta teyze “Oğlum kalkacaksan ben yatayım oraya” diye istekte bulundu. Bende o an için yaşlıya yer verecek durum yoktu. Teyze oturmaya, ben yatmaya, eşim de ayakta durmaya saatlerce devam edecektik. Beklemekti o günkü işimiz.
Sonra röntgen sonuçlarını incelemiş olan doktorumuz geldi. Bir şeyimin olmadığını taburcu olacağımı söyledi. E böğrüm acıyor benim. Doğrulamıyorum bile. Bir de eliyle muayene etmek için bana doğru hamle yaptı. Sol tarafımı kontrol etti. E tamam da ağrı sağda? Hımm, dedi, gitti. Bir bekleme seansı sonrasında doktor geri geldi. Bu sefer röntgenin doğru yerine bakmış. Kaburga kırıkların var, dedi. Göğüs hastalıklarından uzman gelip görecekmiş beni. Bekle baba bekle. Bekle baba bekle.
Bu arada dediler ki “Bu elemana oksijen tüpü takılsın”. Kime dediler, kim takacak hiç anlamadık. Zaten o oksijen tüpü de hiç gelmedi. Oralardaki tek oksijen tüpünü birkaç teyze ortak kullanıyor.
Sonra bir vakit uzman geldi. Durumu anlattı. Tedavinin beklemek, dinlenmek olduğunu öğrendik. Ameliyat gerektirmeyecek 4 tane kırık varmış. Dinlenecektim sadece. Bir iki yama reçete ettiler. Sonra da bol bol ağrı kesici. Güzel, ciğeri delmemişiz. Sadece yere ilk düşmeden kaynaklı kaburga kırıkları var.
Sonra son kan testleri yapılacak ve taburcu olacağım. Bekliyoruz. Çocuk yaşta bir hemşire adayı geldi kan aldı gitti. Taburcu kağıtları hazırlanıyor, eve gideceğiz. Hasta yakınları çıksın dediler. Doktorlar hastaları görecekmiş. Eşim de diğer hasta yakınlarıyla beraber dışarı çıktı. Yatakta bekliyorum. Zafer kim diye biri geldi. Hop dedim benim, gidiyor muyum? Yok dedi kan testi olacak. E aldılardı. Bir daha alınacakmış. Alsınlar bakalım.
Sonra biri daha geldi: Zafer sen misin? Yakının gelsin. E dışardaydı o. Tamam ben bulurum dedi, gitti. Sonra bir başkası geldi Zafer sen misin? He lan, he! Benim, ne oluyor? Gidiyoruz dedi adam. Yatağımı taşımaya başladı. Gözleri endişeli. Eşim de geldi. Endişeli gözlerle o da bana bakıyor. Sanki çoktan ölmüşüm de bana acıyorlar. Lan ne oluyor!
Sadece tavanı ve insanlar bana doğru eğilince yüzlerini görebiliyorum. O kalabalık ve sıcak geniş salondan başka bir odaya giriyorum.
Soruyorum:
- Serap, hayırdır yoğun bakıma mı gidiyorum?
Eşim olan hemşire cevap vermiyor. Yüzü allak bullak. Yatağımın yanında yürüyen diğer hemşire cevap veriyor ama uyduruktan, yalandan söylediği çok belli oluyor:
- Hayır, hayır yoğun bakım değil.
Burası az önceki kalabalıktan uzak bir oda. Az önceki mahşeri kalabalık burada yok. Geniş ve serin bir yerdeyiz. Birkaç yatak var sadece. Ekrana bağlı yatan yaşlı insanlar görüyorum. Hastanenin arka çıkışı buymuş demek ki…
Çizmelerimin çıkarılması gerekiyor, eşim ve personel, iki hemşire çizmelerimi çıkarıyorlar. EKG bağlantılarını yapıyorlar. Kalp atışlarım hızlanıyor, vay lan yoğun bakımlık bir şey oldu kesin diyorum. Akciğerim mi delindi acaba? Yoksa karaciğerden mi bir şeyler patladı?
Burası az önceki salondan çok daha sessiz bir yer. Ama bu sessizlik daha iyi hissettirmiyor. Eşimin endişeli bakışları beni de korkutuyor. Onu dışarıya alıyorlar. O korkulu bakışların gitmesi iyi mi oldu kötü mü oldu bilmiyorum. Kafam karışık. Ne olacağını merak ediyor, endişeleniyorum.
Önceki saatlerde röntgenin yanlış yerine bakan doktor geliyor. İkinci kan testi sonuçları gelmiş. Her şey normal görünüyor. Meğer genç hemşire adayı kan testi için alacağı kanı bana açılan damar yolundan almış. Oysa yapması gereken kendisi ayrı bir yerden almakmış. Damar yolu aparatında bekleyen kan belirli özellikleri bakımından farklılaşıyormuş. O beklemiş kan tahlil edilince ölmek üzere olduğum fikrine kapılıp testi yenilemek zorunda kalmışlar. Bu durumu tespit eden doktorum “Way be. Ben de iyi doktorum haa. İyi buldum.” dedi. Haa e iyiymiş. Süper, sevindim dedim. Çok büyük bir endişe sonrası rahatlayınca yapılan, elini alnına götürüp, alnını sıyırma hareketi yaptı. “Of, dedi, bir de bana sor.” Bir de bana sor mu? Lan, gidici olan bendim. Sana ne oluyor? Neyse hata anlaşıldığına, doktorum rahatladığına ve ne kadar iyi doktor olduğunu anladığına göre ben gideyim.
Arka kapıdan değil, ana kapıdan çıkacağım anlaşıldı. Eve gidiyoruz.
Eşime arabayı buzlanma sebebiyle dikkatli kullanması gerektiğini söyledikten yaklaşık yarım saat sonra kaburgalarımı buzun üstünde kırmıştım. Artık dersler bekleyecek, ben evde dinlenecektim.
İlk zamanlar tuvalet işi çok zor oluyor. Alafranga tuvaleti olmayanlar için kaburga kırığı çok daha zor oluyordur muhtemelen. Salondaki koltukta oturarak uyumak daha kolay olabiliyor. Kalkmak için yardım istemek zorunda olmak biraz zor olabiliyor. Yalnız yaşayanlar için de kaburga kırığı zor iş olmalı. İlk ya da ikinci akşam salondaki koltukta oturdum, uyudum. Sonra başka koltuğa geçip uzandım. Uzanmak biraz zor olsa da kendi başına yapılabiliyor. Biraz da o pozisyonda uyuduktan sonra kalkmam gerekti. Ama kalkmak ne mümkün? Serap öbür odada yatakta uyuyor saat gecenin üçü. Kalkmak istiyorum ama kalkamıyorum. Kaldırmak da istemeyince, saatlerce o pozisyonda bekledim.
Ağrı kesiciler bir hayli iş görüyor. Bir hafta sonra filan kontroller oldu. Durumun iyiye gittiği anlaşıldı. Zaten ağrılar da azalıyordu. Kaburga kemiklerinden bir tanesinin kırığı ucundan azıcık değiyor, o şekilde kaynayıp o kadarcık tutuyor. İlk düşmede oradan yine kırılacak muhtemelen. İki hafta ya da üç haftanın sonunda bir sabah uyandığımda artık ağrı yoktu. Bir gün, tamamen gitti.
Motorun koruma demiri, pegi, aynası, şusu busu değişti. Kasko bunları ödedi. Shoei GT-Air kaskım, motosiklet kotum ve Revit Montum da gitti. Bunları da kaskoya yolladım bana 2000 TL para ödediler. O parayla Arai’yi aldım.
Sonra motoru sürmeye devam ettim. Bu da böyle bir anımdı. Geldi, geçti…
PS
Polisin tutanağına göre kaza, kuru zeminde, zemine dair herhangi bir sıkıntının olmadığı bir koşulda, dönemeçlere yaklaşırken hızı düşürmemek suçunu işlediğim için olmuştu. İstatistiklere "hız tutkusu bir kişiyi daha yaraladı" olarak geçtim. Devlet, düştüğüm yerin gerisine buzlanma tabelasını koymuş, vazifesini yerine getirmişti.