Kardeşlerimi yaktılar
1985 senesinde adına sonradan Martı Sahil Sitesi diyeceğimiz meraya ilk geldiğimde, manda tezeklerini biraz yadırgasamda, doğusundaki meşelik ve batısında böğürtlenlerle kaplı çalılık pek ilgimi çekmişti.
Elektriğin olmadığı, suyun 1km uzaklıktaki bir kaynaktan akşamüstleri bidonlarla taşındığı bu sözüm ona tatil beldesinde tek eğlencemiz doğusunda , Köy Hizmetleri kampı ile aramızda kalan meşelikten topladığımız kuru dallarla yaktığımız akşam ateşleriydi. O akşam ateşlerinin odunlarıyla tanıdım ormanı ben. O ismine orman dediğimiz meşeliğin kuru dalları adına tanıştım börtü böcekle. Yılanıda, kertenkelesinide o meşelikte gördüm, tanıdım. Cemile’nin dağları kadar meşeli değildi ama o cılız meşelik benim gördüğüm, adına orman diyebileceğim ilk yeşillikti.
Derken, sonraki yaz dediler ki sitenin doğusunda kalan tepelere çam dikmişler. Ortada görünen bir şey yoktu ama hadi dedik gidelim bakalım. Tufan, Cenk, Suat kulaklarınız çınlasın hep birlikte yardırmıştık böğürtlen tepelerine. Vardığımızda bir de baktık ki çam dedikleri şey hepi topu 15 cm.lik fideler. Açıkçası ben biraz hayal kırıklığına uğramıştım.Kkeşif gezimizi tamamlayıp , birazda çalılarda oramızı buramızı yırtıp kaybolduktan sonra geri döndük. Akşam yemeğinde rahmetli babama uğradığım hayal kırıklığını anlattığımda;
- Sen onları birde 30 sene sonra gör…
demişti. –Size kardeş geldi işte, sizinle beraber büyüyecekler, sizinle serpilecekler kocca orman olacak orası filmlerdeki gibi…
Her sene ki o zamanlar bir siteden çok kamp görümünde olan Martı’ya geldiğimizde ufaktan bir keşif gezimiz ve boy ölçümü çalışmamız olurdu. İlk seneler pek fazla bir fark görmedik, hatta tutmayan ve kuruyan kardeşlerimizle de karşılaşmıştık ama o kadar çoktular ki biz onlara üzülmek yerine çalılarımızdaki böğürtlenlerimizle haşır neşir olduk. Bir gece meşeliğimizde kuru odun topluyorsak ertesi gün Şahin tepesine sahilden tırmanmaya gidiyorduk baltalar elimizde uzun ip belimizde. Arkadaşlarımızla kardeşlerimizin içindeydik her gün. Ormanı, ormanı korumayı biz kardeşlerimizden öğrendik.
Yıllar geçtikçe bizler gibi onlarda serpildiler, büyüdüler kocaman, dimdik ağaçlar oldular. Bizler omuzlarımızda kocaman olmanın ağırlığıyla, iş güç telaşında kardeşlerimizle daha az zaman geçirir, onları daha az ziyaret eder olmuştuk ama Martı’ya geldiğimizde yanlarına eskisi gidemesekte onlar oturduğuz yerden bizlere kendilerini gösterecek heybete erişmiş taa oralardan bize hoş geldiniz diyerek el sallayacak yaşa gelmişlerdi.
25 yaşında ya var ya yoktu kardeşlerim. Genceciktiler, hani hayatının baharında derler ya işte öyle hayatlarının en güzel, en tatlı yazını yaşıyorlardı. Boğucu ağustos sıcaklarında tüm kozalaklarını patlatmış, topraklarını yeni kardeşlere gebe bırakmış, efil efil esen rüzgârın serinliğinde dinleniyorlardı.
Artık eskisi gibi uzun kalamıyoruz Martı’da, hafta sonları bir merhaba demek için veya şanslıysak yıllık iznin bir bölümünden adeta çalarak gidiyoruz gizli cennetimize. Bu senede böyle bir fırsat yakalayınca, arkadaşım Mehmed’in fotoğraf makinesini ödünç aldım. Eskiden kuru dallarını topladığımız meşeliğin ve gencecik çam kardeşlerimin arasında güzel kareler yakalamayı ummuştum.
Cehennemi yakaladım.
Hava değişiminin verdiği sersemliği henüz üzerimden atamamış, püfür püfür bir yatakta tam içim geçerken Şerif Abi’nin yankılanmaktan zar zor duyulan sesindeki YANGIN kelimesini yakalamamla yataktan fırladım. Daha ilk darbeleri uyku sersemi odadan aceleyle çıkmaya çalışırken duvar ve kapılardan aldım. Salondan geçerken gözüm tripodda takılı duran Mehmed’in makinesine takıldı, makineyi boynuma asmamla kendimi bahçede bulmam bir oldu. Bahçede Ragıp Amca ve Enver Amca bisikletlere ilk pedalı basmak üzereyken bende bisikletim üzerinde yerimi almıştım. Siteden nasıl çıktığımızı hiç hatırlamıyorum.
Site çıkışından görünen manzara çok korkulacak bir manzara gibi durmuyordu, çıkan dumana bakılırsa oldukça ufak bir yangın, beklide orman kenarındaki çalılar tutuşmuştur diye geçirdim içimden. Yolun yarısında fotoğraf çekmek aklıma geldi ve ilk fotoğrafı hemen hemen bizim evin hizasından aldım. Duman yoğun ama yaygın değil panik yapmaya gerek yok.
Büyük bir güruh olarak Teş-iş sitesinin yanından yangının başladığı bölgeye giriş yaptık. Aman allahım orman yanıyor yahu ne çalı çırpısı? Belki kazın ayağı uzaktan öyle değildi, beklide rüzgârın etkisi ile biz gelene kadar alevler ormanı sarmıştı. Gelenler ellerine geçirdikleri her şeyle alevlere saldırdılar. Küreği olanlar kürekle, olmayanlar yaş meşe dallarlıya alevleri dövüyorlardı. Sitelerin su tankerleri traktörlerin arkasında uygun bir pozisyona konuşlanmaya çalışıyordu. Gözüme bir yada iki, orman işletmesine ait itfaiye aracı çarptı. Rüzgâr fazla, orman kuru, yerlerde barut misali kuru çam iğneleri. Meşeler aleve direniyor ama kardeşlerim çamlar alevi yedikçe kendi gözyaşları reçineleriyle kavruluyor alev yumağına dönüyor, kurumaya yüz tutmuş kozalaklarını patlatıp ateşi uzaktaki kardeşine sıçratıyordu.
Silahımız, meşe odunu ucundaki kürek, silahımız meşe odunu uçundaki yeşil yapraklar, silahımız sadece 10 metre öteye ulaşabilen sitelerin su tankerleri, düşman yalın alev, düşman rüzgâr. Cehennemi gördüm, sıcaklık belki 50 derece belki daha fazla, rüzgar dönüyor duman vuruyor, gençler kafalarına doladıkları tişörtleriyle dayanıyor, yetişkinler duman yüzünden kısa süre sonra soluklanmak için geri çekiliyor. Bir ara orman itfaiyesinin arkasına asılı maskelere gözüm çarpıyor, alamıyorum, zimmetli yasak. Tişörtümü gol atan futbolcu gibi kafama geçiriyorum nefes alamıyorum, zaten bu şekilde hiç bir şey de gözükmüyormuş. O anda bilinç bir gidiyor bir geliyor beyin nefes almaktan ve alevleri ezmekten başka bir şey düşünmüyor. Yıllarca içtiğim sigaralara lanet ediyorum, gençleri kıskanıyorum. Bir süre sonra pes edip dışarı çıkarken aklıma sırtıma sardığım fotoğraf makinesi geliyor. Bu anları görüntülemek lazım. Başlıyorum deklanşöre basmaya.
Dalıyorum ormana, kadraj tutturmaya çalışıyorum.
Nefesim kesiliyor, duman kesif, alevler yalım gibi har vuruyor her yanıma. Gençler cengâver, lanet olsun şu sigaraya. Çıkıyorum ormandan. Biraz soluklanmam lazım zihnim bulanık, kendimi ateşin ortasında kaybetmekten korkuyorum.
İtfaiyeler çoğaldı sanki? Dışarıda soluklanan yine dalıyor ormana. Gençleri iki gurup halinde dönüşümlü olarak ormana girmeleri konusunda uyarıyorum. İçerideki arkadaşlarınızla teması kaybetmeyin düşen olursa girip çıkarın duman çarpar yığılıp kalırlar diyorum, yine dalıyorum ormana.
Artık sadece fotoğraf çekiyorum. Dal sallayacak gücüm kalmadı. Sahne kurgulamak bir yana kadraj oturtamıyorum.
Sıcaklık bir derece ama duman beni bitirdi kollarım düşüyor, vizörden zor bakıyorum. Kadrajı boş verdim seriye alıyorum makineyi şlak şlak şlak, sağım solum cehennem, kardeşlerim yanıyor. Şu sol elimde tuttuğum objektif yerine bir su hortumu olsaydı keşke, rüzgar dönüyor alev yüzümü yalıyor, çıkış noktası arıyorum kendime önümde ve sağımda alevler henüz sarmış bir kardeşimi, arkama bakıyorum boyumca böğürtlen, solumdakiler belime kadar. Makineyi sağlama alıp üzerinden atlamak istiyorum, atladığımı sanıyorum ama çekirge kadar sıçrayamamışım, yarıp geçiyorum çalılıları, onlarda beni yarıyor. Çekirge? Ormandaki bilumum mahlûkat aklıma geliyor. Kaçabiliyorlar mı acaba? Karşıma şimdi bir yılan çıksa ne yaparım diye düşünürken karşıma bir yalım çıkıyor, bir yüksek atlama denemesi daha yine başarısız, yırtıyor bacaklarımı namussuz alev dostu çalılar.
Tes-iş hizasından başlayan yangınla beraber Martı’nın hizasına kadar geldik. Bu noktaya kadar ince bir hat üzerinde hızla ilerleyen yangın tepeye doğru genişleyerek ilerlemeye başladı. Önünü kestik sanki veya önünü rüzgâr kesti de bize öyle geldi, yukarı çıkıyor yangın.
Bir içerideyim bir dışarıda. Dışarıdayken daha verimliyim sanki.
Patlayan kozakların düştüğü yerleri görüp insanları oraya yönlendiriyorum. Diğer hortumu verin diye bağıran itfaiyeciye hortum taşıyorum.
Yorulduk, herkes yoruldu, gençlerde kesilmeye başladı, itfaiyeciler canavar gibi, ellerinde su kılıçları oradan oraya deli gibi koşturuyor ama yorulduk.
Uçak bekliyoruz. Bu savaşta hava desteği şart… Yangın müttefiki rüzgar ile beraber coğrafyadaki kuru dallarlı da kullanarak savaşıyor. Uçak bekliyoruz…
Yangınla beraber Büyükevren köyü yoluna kadar geldik. Geride bıraktığımız yerlerdeki durumu bilmiyorum. Sadece fotoğraf çekiyorum ama çok yoruldum. Zor yürüyorum.
Birden kendimi yolun öbür tarafında orman evinin biraz üst tarafında alevler karşısında sahile doğru geri çekilirken buluyorum. Uçak lazım yanıyor orman, başaramayacağız. Geri çekilirken düşmana kurşun sıkan asker gibi sahile doğru kaçarken dönüp dönüp deklanşöre asılıyorum. Ah şu makine yerine itfaiyeciler gibi bir su kılıcım olsaydı.
Tepenin ucuna gelip sahili gördüğüm zaman helikopterin sesini duydum.
Aklımızda hep uçak vardı ama hava desteği helikopter olarak geldi. Artık tepeyi savunmanın mümkünatı kalmamıştı. Bukowski’nin tepelerden aşağı koşan vahşi atları gibi saldık kendimizi sahile. Gücüme gitti, kaçan düşman askerine benzettim kendimi.
Neyse helikopter geldi söndürür şimdi diye geçirdim içimden.
Tes-iş’ten bu yana geçtiğimiz onca yolun durumunu bilmiyorum. İtfaiyeler sanırım yol üzerinde kaldılar. Helikopter denize su almak için geldiğinde suyu fark ettim, yanıyordum.
Ayakkabılarımı çıkardım, makineyi ayakkabıların üzerinde sağlama aldım, uzun zaman görülmeyen bir sevgiliye gider gibi ağır ağır yürüdüm denize. Dizime kadar sudaydım. Çalılardan yırtılan bacaklarım yanmaya başladı , iyi tuzlu su iyi gelir derler , onlarda yansın.
Helikopter biraz önümde su alıyor. Denizi içesim geldi.
Bir avuç su aldım dudaklarıma götürdüm dudaklarımı hissetmedim. Dudaklarım kabuk tutmuş. Kafamı sokmak istedim suya eğilemedim, bu göbek, bu bel ağrısı ne zaman çıktı ortaya daha otuz beşindeyim(hadi otuz altı olsun)? Avuç avuç yüzümü yıkadım, dudaklarımı ovaladım suyla hissedene kadar.
Helikopter önümden su aldı, yükseldi, onu izledim, onunla beraber bende döndüm arkama ve artık dayanamadım dizlerimin üzerine yıkılmamla gözümden yaşların süzülmesi bir oldu. Kardeşim yanmış. Öbürüde yanmış. Şu da yanmış, o da… Kardeşlerim…
Çaresizdim olan olmuş, cayır cayır yanmış beraber büyüdüğümüz orman kardeşimiz. Makineyi elime aldım yavaş yavaş sahilden Martı’ya doğru yürümeye başladım. Hani derler ya kafa binbeşyüz diye kaç binbeşyüz sayamıyorum. Eski orman evinin önüne geldiğimde üzerimden ikinci helikopter geçiyor.
Demek hala içerilerde devam ediyordu lanet olası alevler. Yürü Ünsal dedim, hiç bir şey yapmasan fotoğraf çek, belgele o çabayı, göster o savaşı. Orman evinin önünden içeri yola doğru yürümeye başladım. Kum bitip dikenler başlayınca yalınayak olduğumu fark ettim, zaten düşmüş olan süngümü yere salıp gerisin geri ayakkabıları almaya döndüm. Potinleri alıp tepeye çıkan yolun başına geldiğimde elinde bardaklarla huriler karşıladı beni, nasıl duygulandığımı anlatamam.
Ateşin içine giremeyen kızlar organize olmuş, yolun başında ateşe girene, ateşten çıkana soğuk su veriyorlar. İki beklide üç bardak ömrümün en tatlı suyunu kana kana içerek, tepeye çıkan Martı’nın su tankerine asılıverdim. Belki ortaokuldan beri hiç traktör römorkuna asılmamıştım. Tepeye henüz sarmıştık ki traktör durdu, indim baktım sağ taraf kavrulmuş, itfaiye yol ortasında durmuş, sol tarafı söndürmeye uğraşıyor.
Buharla karışık kesif bir duman. Dizlere derman itfaiyeyi geçtim. Bir iki fotoğraf almaya hazırlanırken bu sefer Tes-iş’in tankerinin yukarı hareketlendiğini gördüm, koştum yetiştim traktör ile tanker arasına atlayıp tankerin üzerine oturdum. Yukarı çıkıyorduk ve bu kısım hala harika yeşildi. Kaymakam çağırdı dedi şoför yanındakine. Şahin Tepesindeki itfaiye kamyonuna su takviyesi yapacağız. Üçüncü helikopter çoktan su çantasını açmak üzere göl ile orman arasındaki düzlüğe inmiş, şahin tepesi hizasından suyu soldurup orman evi hizasına doğru gidiyordu.
Tepeye ulaştığımızda komuta merkezinin buraya taşınmış olduğunu gördüm.
Hava desteğide benim saydığım kadarıyla 3 helikopter, biri çok yükseklerden uçan gözcü olmak kaydıyla iki yangın söndürme uçağına çıkmıştı.
Şahin tepesine geldiğim araç kamyona su takviyesi yaparken yangının burada önünün kesildiğini, buradan öteye geçmesinin çok zor olduğunu ama burası ile orman evi arasında kalan alanın hala kurtarılmaya çalışıldığını fark ettim.
Dolum yapan itfaiye kamyonu hareketlendiği esnada, kamyona atlayıp şoföre nereye diye sordum. Aşağı alevler yön değiştirmiş kuzeye sıçramış yine dedi. Bende geliyorum dedim, atla dedi. Büyükevren’li itfaiye eriyle birlikte kamyonun tepesine bende atladım.
Bir yandan fotoğraf çekiyor, bir yandan da o arazide son sürat giden kamyonda nasıl bu kadar rahat durabildiğime hayret ediyordum.
Bu kamyonlar enteresan bir şekilde araziyi yukarı yansıtmıyorlar, gerçekten teknolojik aletler. Sanırım bu sayede arazide hızla yol alırken tanktaki suyun dengesizliğide biraz olsun bertaraf edilip sürüş hâkimiyeti sağlanıyor.
İtfaiye kamyonu çağrıldığı yere yaklaşırken, bir kamyonun kuzeydeki alevleri durmaya çalıştığını, bir buldozerinde yolun güney tarafında ağaçları devirip üzerini toprakla örterek yangın yolu açarak yangının önünü kesmeye çalıştığını fark ettim.(Daha aşağılarda traktörünün arkasına pulluğunu takıp gelen köylüler de ellerinden geldiğince aynı şeyi yapmaya çalışıyordu.) Aynı anda da son gelen ve en baba görünümlü çift pervaneli helikopterin gümbürtüsünü duydum.
Seyir halinde hızla kuzey tarafını söndürmeye çalışan diğer kamyonun yanında gidiyorduk.
Makinemi kaldırdım, biraz ilerimizden güneyden gelerek kuzeye giden ve batıya doğru manevra yapıp suyunu boşaltamaya başlayan üçüncü helikopteri izlemeye başladım.
Batıya döndü suyu açtı, dönüşü güney istikametini aldı ki güneyinde biz vardık. Mehmed’in Sony A300 üzerindeki stok lensi ile seri çekimde şakırdamaya başladı. Şlak şlak şlak şlak şlakFOŞŞŞŞ. Bir anda kendimi denizin 10m altında buldum. Müthiş bir basınç, yönümü kestirmeye çalışıyorum, yüzey neresi? dip neresi? Kaç metredeyim? Nefesim yüzeye çıkmaya yetecek mi? Elimdeki ne?
Helikopterin çantasındaki onca su o kadar yüksekten üzerimize boşalınca, şöförde dâhil şoka girmişiz. Ben kendimi tüpsüz dalış esnasında yönümü kaybettim sandım. Panik halinde nefesimi kontrol edip yönümü bulamaya çalışıyorum, su vurunca oturduğum yerden beni savurup stepnenin ortasına gömmüş, sular süzülüp gökyüzünü görünce zaman ve makan dengesini kurup kafayı toparlayabildim, kalkmak için doğruldum stepnenin içinde beceremedim. Kucağımda sırılsıklam makineyi görünce ancak yerimden fırlaya bildim. Makineyi kapadım, pilini çıkarmaya çalıştım titremekten beceremedim. Aşağıda bir fotoğrafçı gördüm makineyi ona salladım. Koşarak geldi kamyona uzandı, pili çıkar dedim makineyi ona verdim yine stepneye çöktüm. İki saniye soluklandıktan sonra kamyondan indim fotoğrafçı arkadaşın yanına gittim. Ben ağzımı açmadan bir şey olmamıştır. Benimkide suya düştü kuruyunca çalıştı dedi.
Benden bu kadar dedim. Makineyi aldım. Hafıza kartını çıkardım. Kuruydu. Pilde ıslanmamıştı. Bir umut belki çalışır dedim.
Martı’ya doğru giden bir motosikletin arkasına atladım. Kafamda makineyi kurutup derin bir uyku çekmek vardı fakat aşağı inerken hurileri görünce bu fikrimden vazgeçtim. Eve gelip makineyi sıcak bir gölgeye bıraktım. Arabaya evdeki bütün içme sularını yükledim, yoluma çıkıp benden haber soran komşulardan da alabildiğim kadar su alıp gazladım. Büyük bidonlardan birini hurilere bırakıp tepeye sardım. Yolda karşılaştığım iki itfaiye kamyonuna hiç duraksamadan o daracık yolda camlardan sarkarak 1.5lt lik soğuk şişeleri teslim ettim. Cama oturup şişeyi kaldırdığımı gören kamyon şoförleride camdan sarkarak şişeleri hava da kapıp kornayla devam ettiler. İçeri 10metre kadar girmiş olan dozer operatörüne şişeyi aracımı sağa çekerek ulaştırmak zorunda kaldım. Alevlerin içinde camına tırmanmış beni görünce şaşkınla karışık Allah razı olsun dedi, olsun dedim atladım dozerden. Son şişemi de az ilerde soğutma çalışması yapan itfaiye erlerine verip. Geri döndüm. Mustafa Abi’nin gazinonun önüne arabayı çekerek, sahile suya koştum.Cossss!!!
Bunca olaydan sonra dönüp bakınca dikkatimi çekenler;
Bu orman herkesten çok bizim.
Bölgeye bizlerden çok sonra gelen Tes-İş sitesi sakinleri bile bunun oldukça bilincinde.
Gençler ağabeylerinin bu ülke için ne anlama geldiğinin bilincine fazlasıyla varmış, hepimiz soluksuz kesilmişken onlar cengâver gibi alevlere saldırmaya devam etti. Yinede bu gibi durumlarda tehlikeye gözü pek atıldıkları için biz nispeten serinkanlı geçkinlerin gözlerini onlardan ayırmamaları gerekiyor. Her an duman içinde yığılıp kalabilirlerdi.
Orman işletmesinde biri HONDA NX250 diğeri KANUNİ iki adet enduro motosiklet var. Yangında ne işe yaradıklarını çözemedim ama çok hoşuma gittiler, sanırım öncelikli görevleri muhaberat olsa gerek?
Nereye dönsem ya Tes-İş sitesi yöneticisini ya da Martı Sitesi marketini işleten Şerif Abi’yi gördüm.
Müthiş bir çaba sergilediler, çat burada çat kapı arkasıdaydılar, ya ellerinde bir hortum ucu, ya bir kürek ya da bir meşe dalı koşturup durdular. Gençlerden biride tanıdık geliyordu onuda bugün sigara almaya markete gidince fark ettim o da Şerif Abi’nin oğlu Alp Doruk’muş. Yola beraber çıktığımız Ragıp Amca’yla bir süre beraber savaştıktan sonra cephe bölününce ve ben söndürme çalışmasından çok fotoğraf çekmeye karar verince yangın hızında yangının önünde kaçar pozisyonda kaldığımdan irtibatı kaybettik.
Yangın enerji nakil hatlarından çıkmış. Duyduğum kadarıyla aynı şekilde çıkan üçüncü yangınmış diğer ikisi rüzgâr olmadığı için daha çabuk söndürülmüş. Enerji nakil hatlarını yerin kırk kat d********** mi gömersiniz ne yaparsınız bilmem ama bu iş parayı bastırıp yapılacak bir iş. Benim 30 yılda omuz gösteren kardeşlerimin canından da pahalı olamaz.
En azından eski orman evini yeniden yapın, hatta daha büyük yapın, lüks bir otel gibi yapın benim kahraman itfaiyeci arkadaşlarım bütün yaz orada tatil yapar gibi el ense yatsınlar. Onlara yılda bir iki kere ihtiyaç oluyor, ihtiyaç olduklarında en yakında olsunlar uzandıkları şezlongdan fırlayıp o ormana müdahale etmeleri 5 dakikayı bulmaz, merkezden buraya ulaşmaları daha fazla zaman alıyor. Eğer o bölgede yanlarında dolu 4 tane kamyonla kebap yapan bir ekip olsaydı en fazla 4 ağaç kaybederdik bundan eminim. Hayatımda hiçbir itfaiyecinin yangına zamanında müdahale ettiğini duymadım. Sizde duyamazsınız zaten garibanlar bir türlü yaranamazlar.
Ben yangın alanına ulaştığımda en az bir tane kamyon gördüm beklide ikiydi. Asıl hatalı olan araç ve ekip sayısının azlığıdır. Madem bu orman bizim, madem bu ağaçlar bizim evladımız, kardeşimiz ağabeyimiz. O zaman ödeneğin, paranın ne önemi var.
Uçaklar çok geç geldi, Kılçköy’de konuşlanmışlar. Bize uzak, sadece Büyükevren’de orman yok. Erikli tarafında da ormanlar var, bütün Saroz’da ormanlar var, beklide Kılıçköy kuş uçuşu tüm ormanlara aynı uzaklıktaki bir bölge olduğu için seçildi. O zaman uçak sayısını arttırın. Ben iki uçak saydım ajanslar beş uçak demiş demek ki dolum boşalım arasındaki geçen zaman 3 uçağı işgal ediyor. Uçak sayısını arttırın.
Helikopterler cidden çok geç geldi. Benim kafama boşattığı suyu ben yangın yerine vardığımda kafama boşaltsaydı ben ıslandığımla kalacaktım iyi eğlence olacaktı, az daha yanıyordu orman Allah razı olsun çabucak yetiştiler diyecektik. Bu helikopterlere ödenen paralar, işletim giderleri benim kardeşlerimden değerlimi yahu.
Madem bu gençleri, yaşlıları kollayamayacaksın niye dikiyorsun bunca fidanı? Niye önce bize orman sevgisi aşılayıp sonrada bize kardeş, evlat acısı yaşatıyorsun? Benim devletim Neron mu?Karşısına geçip yanışını seyretmek için mi bunca ağaçlandırma çalışması yapıyor?Sonra da yangınlara eldeki kısıtlı imkanlarla müdahale edip rüzgar , nem oranı ,uçağımız helikopterimiz azdı gibi özürler sunuyor? Ben bu ülkede öğrendim doğa sevgisini ormanın önemini .Benim orman işletmem o kadar zengin , o kadar kudretli olmalı ki , ekonomisi yerde sürünen komşuma bile yettim komşu diye kahramanca koşmalı.
Her konuda olduğu gibi bize yakışan budur kanımca.
Kardeşlerim yandı.
Kardeşlerimi yaktılar.
Ünsal Ömer ÇAKMAKLI
26.08.2010