Kapat
Üye Girişi
Motovento
Motomax

Türklerde islamiyet öncesi inanç sistemleri

    REKLAM ALANI
  1. #1

    Üyelik
    11 Temmuz 2007
    Şehir
    Ankara
    Motosikleti
    gönüller bir olsun da..
    TÜRKLERDE İSLAMİYET ÖNCESİ İNANÇ SİSTEMLERİ - ÖĞRETİLER-DİNLER
    Prof. Dr. Erman Artun

    Türkler; tarihleri boyunca birbirinden farklı birçok dinin veya inanç sisteminin etkisi altında
    kalmıştır. Orta Asya'daki en eski Türk topluluklarının inanç sistemleri atalar kültü, tabiat kültleri ve
    Gök Tanrı kültü olmak üzere üçlü bir din anlayışından oluşmaktadır. Bunlardan atalar kültünün
    çeşitli eski Türk zümreleri arasında en köklü ve en eski inançlardan birisi olduğu söylenebilir. Atanın
    öldükten sonra ailesine yardım edeceği inancından doğan, korku ve saygıyla karışık bir anlayıştan
    oluşan atalar kültü, Budizm ve Maniheizm gibi yabancı dinlerin yayılmasından sonra da Türkler
    arasında kuvvetinden bir şey kaybetmeden varlığını devam ettirmiştir. İslamiyet, VII. yüzyılda
    yayılmaya başlamış, Türklerin bu yeni dine geçişleri de aynı yüzyılda başlamış ancak, X. yüzyılda
    tamamlanmıştır (Turan, 1994:110).
    İnanç
    “İnanç” sözcüğüne kaynakların farklı tanımlar yaptığını görmekteyiz. “İnanç bir şeyi güvenle
    doğru sayma tutumudur. Buna göre, yeterince gerekçesi bulunmayan, kesin olmayan bir şeyi doğru
    sayma, akıl yoluyla genel geçer bir doğrulama yapmadan başkasının tanıklığı üzerine kurulmuş
    kanıtları, bir kuşku olmaksızın onaylamadır “(Akarsu, 1988:104). “İnanç, bir düşünceye bağlı
    bulunma, Tanrıya, bir dine inanma, iman, birine duyulan güven, itimat, inanma duygusu, inanılan şey,
    görüş ve öğreti”dir (ML, 1971, C.6,:300). Din ve inanç kavramları birbirinden farklıdır. Ayrıca, din
    denen toplumsal kurum inanç ve tapınma adlı iki bölümden oluşur. Her iki bölümün temelinde de
    kutsallık ve yasak kavramları yatar (Turan,1994: 84).
    1. Totemcilik (Totemizm)
    Totemizm kısaca; insanla hayvan ya da bitki gibi doğal nesneler arasında bir akrabalık ilişkisi
    ya da gizemli bir bağ bulunduğu inancına dayanan düşünce ve davranış sistemidir. Genel olarak, totem
    hayvan ya da bitkiyle topluluk üyesi arasında bir akrabalık ilişkisi kurulur. Bu ilişki mitolojiyle de
    desteklenerek kuşaktan kuşağa aktarılır. Türklerin kurt neslinden ve kayın ağacından geldiği inancı
    buna bir örnek olarak verilebilir. Böylece bitki ve hayvana aktarılan kutsallık sayesinde, doğa, kutsal ve
    kutsal olmayan olarak ikiye ayrılır.
    Kutsal olan kutsal olmayan ayrımı, totem-hayvan ya da totem-bitkinin rast gele tüketilmesinde
    de kendini gösterir. Bunlar ancak dinsel törenlerde tüketilebilir, bunun dışında, totem-hayvan ya da
    totem-bitkiye dokunulmaz. Ata ruhlarının bu bitkilerde yaşadığı inancı aynı zamanda bu bitkilerin
    törenle tüketilmesi durumunda insanların üstün güç elde edeceği inancını da beraberinde getirir.
    Totemciliğin Orta Asya Türkleri arasında da yerleşmiş olduğunu gösteren birçok kayıt
    bulunmaktadır. Bunların başında, kimi yaratıkların ya da nesnelerin totem olarak kabul edilmiş olması
    gelmektedir. Bir toplulukta totem üç yönden önemlidir: a) Klanın geldiği, türediği kabul edilen kutsal
    varlıktır. Klan üyelerinin atası sayılır. b) Klanın adını oluşturur. c) Klanın simgesidir (Tezcan,
    1996:114).
    Jean Paul Roux, totemciliğe ilişkin görüşleri belli noktalarda toplamıştır (Roux, 1970, akt.
    Avcıoğlu, 1995:401-403):
    İlk bakışta, totemcilik gibi görünen her şey, totemcilik değildir. Örneğin; bir hayvan atanın
    varlığı, onun totem olmasına yetmez. Zira totemci olmayan topluluklarda da hayvan ata efsanelerine
    rastlanır. Totemcilikte hayvana tapma yoktur. Totemler tanrı değildir. Onlara bir dost ve akraba olarak
    saygı gösterilir.
    Kurban konusu yeterince açık değildir. Bazı araştırmacılar kurbanı totemcilik öğesi olarak
    kabul ederken bir kısmı kabul etmez. Bitkiler ve ender olarak cansız şeyler (yıldızlar, bulut vs.) totem
    olabilirse de totem genellikle hayvandır. Totem ilişki kurulan tür ile bu türün çeşitli tasvirleridir. Bu
    tasvirler de kutsaldır ve kutsanır.
    Totemle bu akrabalık ilişkisi çeşitli inançlara yol açar. İnsanlar, kökenini bu totemlere
    dayandırmak yanında ata ruhlarının bu hayvan ve özellikle bitki totemlerde eyleştiğine inanırlar.
    Totem ile insan arasındaki “akrabalık” çok tartışılır. Bazı bilim adamları akraba olduklarını
    savunurken (Durkheim, Freud), bazıları buna karşı çıkmaktadır (Davy, Cazeneve). Tümünün
    birleştikleri nokta ise totem ile insan arasında yakın bir ilişki olduğudur. Totemcilik ancak boy
    örgütlenmesi olan yerde var olabilir. Mauss’ un sözleriyle, “Totemi olmayan boy olabilir; fakat boy
    olmadan totem olmaz”. Totemin koruyuculuğu karşılıksız değildir. İnsanın ilk yükümlülüğü totem
    hayvanı öldürmek ve yemekten kaçınmaktır. Yasak yalnızca akraba boyun üyeleri için geçerlidir.
    Freud bunu totemciliğin çekirdeği sayar (Roux, 1970, Akt. Avcıoğlu, 1995:401-403).
    Aynı toteme bağlı kişiler arasında evlenme yasağı konuyu ilk inceleyen uzmanlarca kesinlikle
    kabul edilmiştir; fakat sonradan bu tutum değişir. Van Gennep, ilkin bütün gerçek totemcilik
    biçimlerinde aynı totemin üyeleri arasında evlenme ve bazen de cinsel ilişki yasağı bulunduğunu
    düşünür. Daha sonra egzogami ve totemciliğin iki özerk kurum olduğunu, biri olmadan ötekinin
    olabileceği ya da her ikisinin sınırlı ölçüde bir araya gelebildiğini ileri sürmüştür (Roux, 1970, Akt.
    Avcıoğlu, 1995:401-403).
    Freud, totemi şu şekilde tanımlamaktadır: “ Totem yenebilen ve zararsız ya da tehlikeli ve
    korkunç bir hayvan, pek nadir olarak bitki veya (yağmur, su gibi) bir tabiat gücüdür. Totemin bütün
    bir klanla özel bir ilişkisi vardır. Totem, her şeyden önce klanın atasıdır. Klanın koruyucusudur. Klan
    halkına zor durumlarda yol gösterir. Evlatlarını daima tanır ve korur” (Freud, 1971:50).
    Totem inanışında insan vücudunun bazı kısımları özel bir kutsallık taşımaktadırlar. Örneğin
    saç ve kan gibi. Totemi oluşturan insanlar, tek bir aile ve kan kardeşi sayılırlar. Bu nedenle klan
    üyelerinden biri, başka bir klan üyesi tarafından öldürülürse onun kanı yerde bırakılmaz. Kan davası
    gütmek, bütün klan için bir borç sayılmaktadır. Bir başka tabu ise, klan içi evliliktir. Klanlardaki
    kadınlar ve erkekler kardeş sayılırlar (Tezcan, 1996:115).
    Türklerden bir grubun “kurt”u (Gökböri) ata olarak tanıdıkları, Göktürklerin kurttan
    türedikleri hakkındaki efsanenin Çin kaynaklarına kadar geçtiği bilinmektedir. X. yüzyılda
    Abbasoğulları döneminde özel bir görevle Türklerin yaşadığı bölgeleri gezmiş olan Arap bilgini İbni
    Fadlan, Başkurt Türklerinden bir kısmının “yılan”a, “balık”a veya “turna”ya taptıklarından söz
    etmektedir. XI. yüzyılın Arap tarihçilerinden Gardızi de Kırgızlar içerisinde “inek”e, “kirpi”ye,
    “saksağan”a ve “şahin” e hatta güzel ağaçlara tapanların bulunduğunu anlatmaktadır (Turan,
    1994:98). Fakat, Türklerde totem inanışının olmadığını ileri süren tarihçiler de bulunmaktadır.
    Örneğin, İbrahim Kafesoğlu, Türklerde kurdun saygıdeğer bir simge sayıldığını; fakat ona
    tapılmadığını, ayrıca totemci ailede ana hukukunun hakim olduğunu; oysa Türk ailesinin ataerkil bir
    yapıya sahip olduğunu vurgulamıştır (Tezcan, 1996:115).
    2. Canlıcılık, Ruhçuluk (Animizm)
    İlkel dinler, günümüzden yaklaşık olarak 3.000 yıl önce beş kıtada doğmuştur. Bu dinlerin
    hemen hemen hepsi “canlıcılık” formunda görülmektedir. Çünkü, ilkeller, hayvanlar, bitkiler, kayalar,
    dağlar, ırmaklar, yıldızlar gibi çevrelerinde bulunan her şeyin bir “ruh” u olduğuna inanmaktaydılar.
    Bu inanca göre, ruhun bedene ya da bedenin bazı bölümlerine bağlı olduğuna inanılır. Ruh canlıdır ve
    bedenin dışındayken de onu etkiler. Ruh, bedeni kesin olarak bırakırsa beden ölür. Ölen kişinin ruhu,
    yine de cesedine bağlı kalır. Ölen kişi yaşayanları kıskanıp onlardan öç almaya çalışabilir. Bunu
    önlemenin yolu ölen kişinin cesedine özen gösterilmesidir. Ölüler yaşamaya devam ederler, saygı
    isterler. Yiyip içmek isterler. Bu nedenle ölenlerin mezarlarına sevdikleri yiyeceklerle, yaşarken
    beğendikleri eşyalar, araçlar konur. Fakat, ölülerin dünyası canlıların tersidir. Yeryüzünün gecesi
    onların gündüzüdür (Tezcan, 1996:115-116). Anadolu’da yaşayan Alevi Tahtacı Türkmenlerinde
    günümüzde de süren elbiseyle ve bazı eşyalarla gömülme inanışı sürmektedir.
    Animizm kısaca; ölenlerin ebediyen dünyadan ayrılmadıkları, bunların ruhlarının cenazenin
    çevresinde, ağaçlarda, bitkilerde ve giderek tüm doğada dolaştığı ve böylece tüm doğanın canlı olarak
    algılanmasıdır. Psikolojik olaylarda olduğu gibi hayatla ilgili olayları da düşünen bir ruhun yönettiğine
    inanan sistem.
    Canlıcılığın temel özelliklerinden biri olan büyü ve falın Türkler arasında da uygulandığı
    bilinmektedir. 921-922 yıllarında Oğuzların yanına gitmiş olan İbni Fadlan, onların hastalığın kötü
    ruhların (cin) etkisiyle meydana geldiğine inandıklarını belirtmektedir (Turan, 1994:104).
    Eski Türklerde, insan ruhları genellikle “kuş” biçiminde düşünülmüştür. İnsanlara can
    vermeden önce bu ruhlar, gökte kuş olarak yaşarlar. İnsanlar ölünce de göğe uçarlar. İslamiyet’ ten
    sonra dahi “sunkar boldı-sungur kuşu oldu” denilir. Ebu Müslim ölünce beyaz güvercin olup uçar.
    Dede Korkut’ta Deli Dumrul, kara kılıcını sıyırıp saldırınca, Azrail bile güvercin olup pencereden
    çıkıp gider. Kırgızların Er Töştük destanında bir yiğit, “Bu yedi kuş benim ruhumdu, benim
    nefesimdi” demiştir. Diğer taraftan, Orta Asya’da ruhlar, hayvan ve genellikle de kuş biçiminde
    düşünülmüştür. Şaman’ın gök yolculuğunda yardımcı ruhları, kuş ya da kanatlı hayvanlar olarak
    temsil edilmiştir (Avcıoğlu, 1995:345).
    Animizmde, ruhlar insanlar arasına karışarak ya onlara şans verir ya da hasta eder. Bu yüzden
    ölü ruhlarını yatıştırmak için onlara adaklar adamak, kurbanlar kesmek, ölmüş atalarının mezarlarına
    sunularda bulunmak gerekir. Animizme göre ruhlar, öbür dünyada da bu dünyanın benzeri bir hayat
    sürdüğünden, ölen kimsenin eşyalarını, zengin ve kudretli ise, esir ve hizmetkarlarını da, ölüyle
    beraber göndermelidir.
    Animizme göre; kişinin vücudunun bir parçası da onun ruhundan bir parça taşır. Kişinin
    gölgesi, sudaki aksi, tasviri de onun ruhunun bir parçasını taşır; çünkü "Tasvir ile gerçek aynıdır." Tek
    tanrılı dinlerin, özellikle İslamiyet’in resim yapılmasını yasaklaması, bu eski inancı ortadan
    kaldırmaya yönelik bir sonuçtur. İnsan tarafından kullanılan eşyalar da yine onun ruhuyla özdeştir.
    Ölümden sonra bunlar yakılarak ya da fakirlere verilerek ruhun tekrar gelerek yaşayanları rahatsız
    etmesi önlenir.
    Animizme göre ölü kutsaldır. Bu yüzden, onun karşısında kutsal olmayan her türlü işi,
    çalışmayı durdurmak gerekir. Bugün Anadolu'da cenaze haberi alındığında her türlü iş güç bırakılır,
    ölüm halinde kimi hareketler yapmak, ağlamak, sızlamak, kadınların saçlarını kesmesi, bedenlerine
    toprak sürmesi, bazen çok uzun süre konuşmayarak yas tutması gereklidir (Hançerlioğlu,1993:37).
    Animizme göre; ruhlar, öbür dünyada da bu dünyanın benzeri bir hayat sürdüğünden ölünün
    öbür dünyada başkalarına muhtaç kalmamasını sağlamak gerekir. İlkeller eşyaları da insanlar gibi
    canlı saydıkları için bunların ölmelerini sağlamak için mezara gömer, yakar veya kırarlar. Böylece
    ölü, öteki dünyaya birlikte götürdüğü eşyalarla rahat eder. Ölülerin gömüldüğü ve mistik bir alemde
    kendilerine barınak edindiği, ölüler dünyasına açılan kapı niteliğindeki mezarın ortaya çıkışı ise
    oldukça eski zamanlara kadar gitmektedir.
    3. Şamanizm
    Şamanizm, büyüye dayalı bir kabile dini olma özelliği taşımaktadır. Eberhard, Şamanizm’in,
    Türklerdeki varlığından bahseden ilk delilin 519 yılında Cücenlerden kaldığını söylemektedir. Bu
    tarihte bir kadın şamanın, güz mevsiminde ovada çadır kurarak yedi gün oruç tuttuğunu ve dualar
    ettiğini açıklamaktadır. Seyyah İbni Fadlan da Oğuzlardaki bazı kurban merasimlerinden ve bunları
    yöneten ihtiyarlardan söz etmektedir. Ona göre Oğuzlar bu ihtiyar Şamanların sözlerini dinlerler ve
    ona uygun hareketler yaparlardı (Ocak,1983:34). Şaman inanışına göre evren üç bölümden
    oluşmaktadır:
    a) Gök: Aydınlık olandır. Orada iyilik, güzellik ve mutluluk vardır. Tam anlamıyla bir cennet
    demektir. 17 kattan oluşmaktadır. En büyük Tanrı/ruh olan Ülgen, eşi ve çocukları ile kendisine bağlı
    iyi ruhlar orada oturur.
    b) Yeryüzü: İnsanların yaşadıkları yerdir.
    c) Yeraltı: Karanlık olandır. 14 kattır. Kötülüklerin, bahtsızlıkların, çirkinliklerin hüküm
    sürdüğü yerdir. Bu nedenle cehennem demektir. Korkunç bir tanrı/ruh olan Erlik, ailesi ve ona bağlı
    kötü ruhlar yeraltında bulunurlar (Turan, 1994:103).
    Türk doğacılığının sembolü, Şamanizm’dir. Ziya Gökalp Şamanizm’i, eski Türklerin dini
    değil, sihre ilişkin sistemleri olarak kabul etmiştir. Bu nedenle de Türkler arasındaki Şamanizm’i
    “Toyunizm” olarak adlandırmıştır. Oysaki Toyunizm, Budizm’dir. A.İnan ise, Türk Şamanizm’inin
    başka toplumlarda görülen Şamanizm’den farklı ve gelişmiş olduğunu belirtmektedir (Tezcan,
    1996:118).
    Şaman sözcüğü, Mançu-Tunguz dilinden gelmektedir. Tunguzca şaman, saman; Mançu
    dilinde sama’dır. Türk kavimlerinde ise, şaman sözcüğü “kam” sözcüğüne karşılık gelmekteydi.
    Şamanizm, trans durumuna geçebilme yeteneğindeki kimselerin, doğaüstü varlıklarla ilişki kurarak
    onların güçlerine sahip olmalarından bu güçleri toplum adına kullanmalarından ve bu amaçla yapılan
    dinsel-büyüsel pratik ve törenlerden ibarettir (Örnek, 1988:48).
    Genellikle bir insanın şaman olup olamayacağı çocukluğunda bazı ruhsal belirtilerle ortaya
    çıkar. Nioradze, bu belirtileri şu şekilde açıklamaktadır; cin, peri, dev görme, sık sık gerçekleşen baş
    dönmeleri, bayılmalar ve gelecekten haber verme yeteneği. Ayrıca, bu insanlar, yemeden içmeden
    kesilirler, insanlar arasına katılmazlar, sinirlidirler, evlerinden kaçıp ormanlara gider, karlar üzerinde
    yatarlar ve yalnız kaldıklarında cinlerle, perilerle konuşurlar (Nioradze, 1954:54, Akt, Örnek,
    1988:49).
    Eliade’ e göre bir insan, kalıtım yoluyla olabileceği gibi kendi isteği ile de şaman olabilir.
    Bunun için de uzman olan bir şamandan uzun süre eğitim alması gereklidir (Eliade, 1987, 202,).
    Örnek ise, Şamanlığın babadan oğula geçtiği durumlarda genç şamanın bilgili ve uzman bir şamandan
    mesleğinin teori ve pratiği hakkında dersler alarak bu mesleğin sırlarını, transa geçme tekniklerini,
    duaları, ilahileri ve büyüsel formülleri öğrendiğini belirtmiştir (Örnek, 1988:53).
    Eğitim-öğretim süresi ortalama üç, dört yıldır. Bazen bu sürenin beş-on yılı bulduğu da olur.
    Eğitim sonunda adayın şaman oluşu çoğu zaman bir törenle kutlanır. Bu törenin en önemli iki aracı,
    “şaman giysisi” ve “şaman davulu” dur. Özellikle Kuzey Asya’ da şaman giysisinin özel bir görevi
    vardır. Bu giysi bir kült aracı gibi kullanılmaktadır. Örneğin bir şamanın giysisi üzerinde kuş resminin
    bulunması, şamanın bu kuş resmi yardımıyla öte dünyaya uçabileceği şeklinde yorumlanmaktadır.
    Şaman giysisi diğer kültler gibi kutsaldır. Bu nedenle de herkesin görebileceği ve dokunabileceği
    yerlere konulmaz. Özellikle kadınların ve küçük çocukların dokunmasının onların güçlerini
    azaltacağına inanılmaktadır (Örnek, 1988: 64-66).
    Bir diğer araç olan davul ise genellikle tahta bir kasnağa deri geçirilerek yapılmaktadır. Bu
    davula, doğaüstü kudretlerin, cinlerin bulundukları ve eğleştikleri bir araç olarak bakılmaktadır. Bazı
    bölgelerde davulun, şaman tarafından bir binek hayvanı gibi gökyüzüne ya da yeraltına yaptığı
    yolculuklarda kullanıldığına inanılmaktadır. Davulların üzerindeki ağaç motifleri, “dünya ağacı”nı
    sembolize etmekte, merdiven resmi gökyüzüne çıkmayı kolaylaştırmakta, atlar uzun mesafeleri almak
    için kullanılmakta ve eciş bücüş cinler ise çeşitli işler görmektedir (Örnek, 1988:66-67).
    Uraz, Şamanların tören sırasında başlarına at kuyruğu, yüzlerine maske taktıklarını,
    elbiselerinde ise ziller ve çıngırakların bulunduğunu eklemektedir (Uraz, 1994:207).
    Boyle, Şamanların; sihirbazlık yapan, hastaları iyileştiren, gaipten ve gelecekten haber veren,
    ruhları bedenlerini terk edip tekrar dönen, at üstünde göğe yükselip Tanrıyla konuşan, doğa güçlerini
    istediği gibi yönlendiren, ateşin yakıcılığından etkilenmeyen, ölmüş hayvanları kemiklerinden tekrar
    dirilten, kadın-erkek müşterek ayinler yapan ve tahta kılıçla savaşan insanlar olduklarını vurgulamıştır
    (Boyle, 1974, Akt:Ocak, 1983:95-96).
    Günümüzde, Anadolu halk oyunları ile Orta Asya arasında bağ kuran birçok araştırmacı, daha
    çok “davul” ögesi üzerinde durmuşlardır. Gerçekten de davul vuruşlarının ritm ve tartımının oyuncular
    arasında sağladığı uyum, davul sesinin yumuşak aynı zamanda coşku verici oluşu göz önünde
    tutulursa, bu aletin niçin toplu eylemlerin asal ögesi olduğu konusunda ipuçları verebilir. Bugün
    ülkemizde hala, düğün, asker uğurlama, futbol maçları gibi, insanların grupça ortak ve uyumlu
    devinimlerde bulunmaları, coşmaları ve ses getirmeleri gerekli durumlarda da temel araç olarak
    “davul” kullanılmaktadır.
    Şamanizm’e ait motiflerin birçoğuna eski Türk topluluklarında da rastlanmaktadır. Örneğin,
    Menakıbu’l Kudsiye’ de Baba İlyas’ın ileri gelen halifelerinden Hacı Mihman’ın hangi hastaya nefesi
    ererse mutlaka iyileştirdiği ve bu kerametin şeyhi tarafından kendisine verildiği anlatılmıştır.
    Vilayetname-i Otman Baba’da ise, Otman Baba’nın misafir olduğu Musa Beğ adındaki kimsenin
    tekkesinde, civardaki hastaları yanına çağırdığı ve onları iyileştirdiği hikaye olunmuştur (Ocak,
    1983:100). Diğer taraftan, “gelecekten haber verme motifi”ne örnek olarak, Hacı Bektaş’ın kendini
    Sulucakaraöyük’ ten Kırşehir Valisi Nuruddin Caca’ya makamından azledileceğini ve işkence
    göreceğini bildirmesi ve söylediklerinin aynen çıkmasını verebiliriz. “Ruhun bedeni geçici olarak terk
    etmesi (transmigration) motifi” hakkında ise iki ünlü menkıbe vardır. Bunlardan ilkine göre, Baba
    İlyas’ın oğullarından Yahya Paşa, istediği zaman “bir sipahinin atını koyup gitmesi gibi” bedenini terk
    edip bir süre sonra tekrar dönerdi. Otman Baba ise, zaman zaman tekbir getirip namaza başladığı an,
    cisminden çıkıp gider, bir süre sonra tekrar cismine girerek rüku ve secde yapardı. “Göğe yükselip
    tanrı ile konuşma motifi” ile de sık sık karşılaşmaktayız. Örneğin, Âşık Paşa’nın kerametlerini anlatan
    bir menkıbede, tıpkı Hz. Muhammed’in miracı gibi, Allah katına çıkarak onunla bizzat görüştüğü ve
    gizli alemleri baştan başa seyrettiği anlatılmaktadır (Ocak, 1983:100-113).
    Şamanizm inancının içeriği ve sergilediği doktrine göre; bir din olarak kabul görmezse de din
    kadar etkili olmuş ve uzun yıllar Türklerin yaşamlarında ve hayatlarında büyük rol oynamıştır.
    Özellikle Altaylı Türkler uzun yıllar etkisinde kalmıştır. Animizm’in ve natürizm’in kaynaklarından
    oluşan bir zemin üzerinde tutunarak hızla yayılan Şamanizm’de, bu inancı yayan ve uygulayan kişilere
    Şaman denilmektedir. Şamanlara göre; insanlarda kendileri için heybetli ve korkutucu olan kötü,
    iyilik eden iyi ruhlar bulunur. İnsanlar ölüp dünyadan ayrıldıktan sonra, o ölen kişilerin ruhları
    insanlar arasında dolaşır. Onlara musallat olarak, zaman zaman zarar verirler. Şamanlar zararlı olan
    ruhları kovmak amacıyla törenler düzenleyip dualar okur.
    Toplum arasında büyük güç olan hatta yayıldığı yerlerde devletin kaderini değiştirebilen
    Şamanizm inancında olan Türklerde diğer aynı inançta olan millet ve toplumlarda olduğu gibi
    Şamanların tanrılarla konuştuğuna, ruhlarla konuşup onların yardımıyla yol göstericilik yaparak akıl
    öğrettiğine, hekimlik yaparak hastalara musallat olan kötü ruhları kovmak için telkin yolu ve yaptığı
    çeşitli bitkisel ilaçlarla şifa aradığı görülür. Daha da ilginci başına at kuyruğu, yüzlerine maske
    geçirip, ziller ve çıngıraklar takılı özel giysileriyle bağırır, oynar ve davul çalarak dua edip çeşitli
    hareketler yapar. Şamanizm’de Şamanlara göre insanların biri kendilerinde diğeri de ayrı ama
    birbirinin aynısı olan iki ruhu vardır. Bu eş ruh bir hayvan halinde de olabilir ki buna da “Yekil ”
    denilmektedir. Şamanizm’de birden fazla tanrı vardır ve bu tanrıların görev ve yetkileri birbirinden
    ayrıdır. Şamanizm’de beş kutsal unsur vardır. Bunlar; demir, toprak, ateş, su ve ağaçtır. Yine
    Şamanlara göre gökler on yedi kat olup bu mekan; aydınlıklar içerisinde cennetler alemi olup burada
    tanrılar ikamet ekmektedir. Yeraltı ise dokuz tabakaya ayrılır ve orada karanlıklar diyarı ve
    cehennemler bölgesidir. Ölen günahsız bir kişinin ruhunu göklerdeki cennetlere hakim olan iyilik
    tanrısı Ülgen’e götüren Yayuci ile günahkarları yer altında oturan kötülük tanrısı Erlik Han’a
    götüren “Körmös” ler vardır. İlk Uygur hanları Kül Bilge ve Moyun Çur birer Şamanist’tir. 763
    yılında Böğü Hanın Şamanlığı bırakıp Mani dinine girmesi ile Uygurlar da dinlerini değiştirdi.
    4. Budizm
    M.Ö. VI. yüzyılda Hindistan'da ortaya çıkan Budizm, Hindistan'ın dışında M.Ö. III. yüzyılda
    yayılmaya başlamış; Orta Asya'ya, Çin'e, 372'den sonra Kore'ye uzanmış; Tibet'e yerleşmesi ancak
    VIII. yüzyılda olmuştur. Batı Türkistan'da Budizm, Sasanilerin desteklediği Zerdüştîlik ve Mani dini
    karşısında pek tutunamamış; Doğu Türkistan'ın yerleşik çevrelerinde kendine daha uygun muhitler
    elde etmiş; Budist külliyeler Çin'e doğru uzanan kervan yolları boyunca dikilerek, faaliyetlerini
    asırlarca sürdürmüşlerdir. Güneye doğru uzanan kervan yolu üzerinde Hotan ve Miran; kuzeye giden
    yol boyunca ise Tumşuk ve Kuça şehirlerinde, III-IV. yüzyıllardan itibaren kurulmaya başlayan,
    "Vihara" (Türkçe "Vihar") denilen Budist manastırlarında "Toyin" denilen Budist rahipler, bu dinin
    propagandalarını yapmışlardır (Esin,1978:59). Budizm Karluklar arasında yayılmıştır.
    Türklerin girdiği yabancı dinler arasında onları en çok etkileyen inanç sistemlerinden birisi
    Hindistan kökenli Budizm'dir. En belirgin özelliği, tapılacak üstün bir varlığa yer vermemesi olan
    Budizm, her şeyin serbestçe incelenmesi, denenmesi esasına dayanan bir öğreti veya felsefe
    niteliğindedir (Turan,1994:104). Temel inancı olan tenasüh (ruh göçü) gereğince canlılar
    Nirvanaya (ebedi mutluluk) ulaşıncaya kadar öldükten sonra değişik kalıplarda birçok kez yeniden
    dünyaya gelirler (Ocak, 2000:66).
    Budizm, yaklaşık 2500 yıl önce, bugün Buda olarak bilinen, Prens Siddhata Gotama’nın 35
    yaşında bir uyanma ve aydınlanma yaşaması ile doğmuştur. Gotama, Kuzey Hindistan’da kraliyet
    ailesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Fakat zamanla, varlık ve lüksün mutluluğun garantisi
    olmadığını anlamıştır. Her şeyi bırakıp uzunca bir süre ormanda yaşamıştır. Altı yıl boyunca
    meditaston ve insan mutluluğu üzerine çalıştıktan sonra aydınlanmıştır. Daha sonra 80 yaşına kadar
    Budizm’in ilkelerini öğreterek yaşamını sürdürmüştür. Birçok insana göre Budizm, dinin ötesinde bir
    “felsefe” ve “yaşama biçimi”dir. Bir felsefedir çünkü, sevgi ve umut anlamları taşır. Budizm, bir
    taraftan ahlaki yaşama rehberlik ederken bir yandan da, insanın eylem ve düşüncelerinin farkında
    olmasını ve gerçek mutluluğa ulaşmasını sağlamaktadır (White, 1993:22).
    Gotama 10 yıl babasının sarayında kaldıktan sonra 29 yaşında, evli ve bir çocuk babasıyken
    sarayı terk ederek bir mağaraya çekilir ve kendisinin kurduğu Budizm dininin esasları üzerinde çalışır.
    Buda ilk yıllarda çok tepki almasına rağmen daha sonra kurduğu din, ilgi çeker ve kısa zamanda hızla
    yayılır. M.Ö 480 yılında seksen yaşında ölen ve elli yıl bu dini yaymak için çalışan Buda’ya
    Sakyamoni de derler. Halk arasında yaygın olan Brahma dini yersiz ve zararlı bir dindir. Bu din
    ızdırap verip, felaket getirdiğini ve ıstırap ve felaketlerden kurtulanı ancak geçici ve fani olan dünya
    işlerinden el çekmek, dünya varlığına iltifat etmek, zevklerden kaçınmak, arzularını öldürmek ve
    doğru olmakla mümkün olacaktır. İnsanlar böyle hareket edip; hiç bir cana kıymazsa, kimseye fenalık
    etmezse, malını almaz, yalan söylemezse, kutsal alemi temsil eden ve sükun ve huzur alemi olan
    (Nirvana’ya) ulaşabilirler ki Nirvana bütün arzuları yok etmek içindir.
    Türklere özgü bir Şamanlığın yaygın olduğu dönemde Göktürk Kağanı To-Po Han’ın
    Budizm’i kabul etmesinin, bu dinin Türkler arasında da yayılmasına neden olmuştur (Turan,
    1994:103).
    Budistler Buda’nın vaazlarının Pali-Kanon adlı bir kitapta toplandığına ve 400 yıl kadar sözlü
    olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığına inanırlar. Budizm’in kutsal kitabı üç sepet anlamına gelen
    “Tripitaka veya Tipitaka’dır”. Bu kitaplarda rahip ve rahibelerle ilgili kurallar, ayin usulleri, beslenme,
    giyinme, Buda’nın hayatı, konuşmaları, vaazların yorumu, Budizm felsefesi vb. ayrıntılı bir şekilde
    anlatılır.
    Buda’nın öğretisinin başlıca özelliği; Buda’nın aydınlanma sonucu bulmuş olduğu gerçekleri
    birer dogma olarak sunacak yerde aydınlanma yöntemini öğretmeyi ve böylelikle yöntemi öğrenen
    kimselerin kendi çabalarıyla bu gerçekleri kendilerinin bulup yaşantısal deneyimle doğrulamalarını
    öngörmesi, Budalık yolunu herkese açık tutmasıdır. Buda’nın yaşadığı dönemde Budizm bir din, Buda
    da bir peygamber değildi.
    Nirvana, Batı’da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda
    gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. İstek ve tutkuların yok olması, ıstırabın etkili olmayacağı
    bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir mutluluğa erişmektir. Nirvana’ya erişme isteği de dahil olmak
    üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik
    kazanılmadan Nirvana gerçekleştirilemez. Nirvana’yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük
    yaşamını normal haliyle sürdürür.
    Nirvana’ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesidir.
    Eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı işlerden alkış
    beklemiyor, başarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla
    üzmüyor. Kuşkusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun
    eğmesini de biliyor. Beni aşınca bütünle bütünleşiyor. Yarının getireceklerine kaygısız, ben’in
    doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya
    başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaşam ırmağı içindeki yerinin
    bilincine erişiyor. Gerçeğin sözcüklerle kavramlarla değil; ancak yaşantıyla kavranabileceğini savunan
    Budizm sözcüklere, kavramlara tutsak olmak yerine onları tam olarak denetim altına almak istiyor.
    Budistlere göre; Mazdaizm’de olduğu gibi ölen insanın cesedi pistir.Toprak kutsal kabul
    edildiği için ölen kişinin cesedi ya nehre atılır ya vahşi hayvanlara verilir veya yakılarak ölenin
    teninin toprağa değerek toprağı kirletmesi önlenir. Hint ve Çinliler de bir Buda’nın yakılan
    cesedinin külleri yedi memlekete dağıtılırken, Türkler Budizm’i farklı olarak kabul etmişler ve
    bilhassa insan ölüsü ve gömülmemesi ile ilgili inançları benimsememişlerdir
    5. Zerdüştîlik
    Zerdüşt (M.Ö. 628-551) tarafından kurulmuş olan Zerdüştlük İran'ın millî dini olmuştur. Bu
    dinin kültürel geçiş alanı üzerinde bulunan Türk ülkelerinde etkili olduğunu söylemek mümkündür
    (Barthold, 1981: 233).
    Türkistan'da yayılmış olan Zerdüştîlik, Orta Asya Türk kültür ve sanatı üzerinde de etkili oldu.
    Göktürkler kendi tanrılarını İran resim geleneğine göre resmetmekteydiler (Ögel,1984:234). Çin
    motifi olan cennet kuşu, Zerdüştîliğe geçti ve onun en önemli sembollerinden biri oldu. Horoz ve
    cennet kuşu, ateş ve güneşin sembolüdür (Ögel,1984:192). Zerdüştîlikteki ateş kültü, İran kültüründe
    tapınma objesidir. Halbuki Türklerde ateş, temizleme aracıdır. Horasan ve Maveraünnehir yöresi
    dışında Hazar kıyılarında da Zerdüştîliğe giren Türkler bulunmaktaydı (Barthold,1975:54).
    6. Manihaizm
    Mani dini, Mani (216-277) tarafından kurulmuş evrensel karakterli bir dindir. Hıristiyanlık
    başta olmak üzere; Mazdaizm, Budizm ve Mezopotamya dinlerinden birçok unsurları içine almakta,
    bu açıdan da senkretik bir karakter taşımaktadır. Mani dini, iki prensip; iyi-kötü, karanlık-aydınlık,
    nur-zulmet üzerine kurulmuş olup, buna göre yaşadığımız dünya iyi ve kötü unsurların birleşmesinden
    meydana gelmiştir. İnsanın ruhu iyiliği, cesedi ise kötülüğü temsil etmektedir. Mani dininin yayılışı,
    Soğdlu tüccarlarla olmuştur. Mani dini Uygurlar vasıtasıyla Çin'den Yukarı Asya'ya geri dönmüştür.
    Bögü Kağan'ın yardımıyla 763'ten itibaren Uygurların resmi dini Maniheizm oldu (Güngör, 2002,
    C.3:272).
    Hindistan ve Çin'le olduğu gibi Orta Asya'nın çok eskilerinden beri İran'la da münasebeti
    olması nedeniyle Türkler, bu kültürün dinlerinden de etkilenmişlerdir. Türkler arasında geniş bir
    taraftar kitlesi elde eden bu İran dinleri Zerdüştîlik, Mazdeizm ile Orta Doğu'nun çeşitli eski
    inançlarından, kısmen de Uzak Doğu dinlerinden oluşan Zerdüştîliğe tepki olarak ortaya çıkan
    Maniheizm’dir (Ocak,2000:66).
    Göktürklerin Budizm’i kabul etmelerinden yaklaşık iki yüzyıl sonra, 763’te Uygur Kağanı
    Bögü’nün (760-780) Mani dinine girmesi üzerine bu din Türkler arasında yayılmaya başlamıştır.
    Yayıcısından ötürü Manihaizm adını alan bu dinde, maddeyi ve ruhu esas alan bir ikilik
    öngörülmüştür. Ana düşüncesi iyilik ve kötülük arasındaki zıtlıktır. İyilik aynı zamanda ışık ve ruh;
    kötülük de karanlık ve beden demektir. Evren iyilik ve kötülüğün, insan ise ruh ve bedenin karışımıdır.
    İnsanlar, “aşk, inanç, yetkinlik, sabır ve hikmet” gibi beş erdem ile kötülüğe karşı durabilirlerdi. Işık
    gönderen güneş ve aya dua etmek ve oruç tutmak da yapılan ibadetler arasında idi (Turan, 1994:105).
    Türkler ve Semavi Dinler
    Türkler İslâmiyet’i kabul etmeden önce Orta Asya'daki tarihleri boyunca, Çin ve İran
    olmak üzere iki büyük kültür dairesinin etkisi altında kalmışlar, dolaylı da olsa Hindistan
    kültüründen etkilenmişler ve belirli çevrelerle sınırlı olmasına rağmen Yahudi ve Hristiyan kültürü
    ile ilişkide bulunmuşlardır. Türkler Orta Asya'daki kendi kültürleri özünde varlığını korumuş,
    ancak belirli ölçüde işaret edilen etkilerle beslenmiştir. Başta Oğuzlar olmak üzere X. yüzyılda
    kitleler halinde İslâm dinini kabul etmeye başlayan çeşitli Türk zümreleri, bu yeni ve tamamen
    farklı içerikteki dinin kültür çevresine dahil olmuşlardır. Yalnız Türkler İslâm kültürünü, kendi öz
    kültürleriyle yoğrulmuş İran ve Çin kültürünün etkilerini almış olarak benimsemişlerdir (Ocak,
    2000:84).
    Türkler, yukarıda değindiğimiz bu inanç sistemlerinin yanında semavî dinlerin de etkisi
    altında kalmıştır. Bu dinlerden Yahudiliği kabul eden tek Türk halkı Hazarlardır. Yahudiliği
    benimseyen Hazarların bir kısmı eski Şamanizm’i korumuş, çok az bir kısmı da Hristiyanlığı
    seçmiştir. Orta Asya Türkleri, daha Göktürkler döneminde Hristiyanlık ile tanışmışlardır. Türkler,
    değişik etkenlerle çevrelerinde karşılaştıkları dinlerden bir çoğuna girdikleri halde bunlar arasında en
    sürekli olanı ve ulusal kültürü en çok etkileyeni İslâmiyet olmuştur (Turan,1994:105).
    1. Musevilik
    Hazarlar, 740 tarihinde Musevîliği kabul etmişlerdir. Musevîlik Hazarların arasında, hakan ve
    çevresi veya en çok yönetici ve aristokrat zümreyle sınırlı kalmıştır. Musevîlik, Türklerin arasında
    sadece Hazarlarla sınırlı kalmamış; Hazar ve Karayların yanı sıra Kaliz, Kabar, Kıpçak gibi bir kısım
    Türk boylarından da Musevî dinine girenler olmuştur (Kuzgun,1993:194).
    Musevîliğe geçen Hazarlar, başka dinlere geçen bir çok Türklerde örneklerine rastladığımız
    gibi, İbranî yazısını kullandılar. Ancak Türkçe’yi muhafaza ettiler. Azerbaycan'daki Musevî
    kolonilerinin tarihi VII-X. yüzyıllara uzanmaktadır. Azerbaycan'da "Dağ Yahudileri" adı altında
    bilinen bu Karailerin tarihi de muhtemelen Hazar İmparatorluğu'na bağlanmaktadır (Güngör, 2002,
    C3: 279).
    İlk önce Şamanizm’e mensup olan Hazarlar Bizans İmparatorluğu, baskılara uğrayan
    Yahudilerin gelmesiyle 8. yüzyılda Yahudiliği tanımışlardır. Bununla birlikte Hazar Devleti,
    Yahudiliği sonuna kadar resmi bir din olarak korumuştur. Öyle ki, bir rivayete göre, Müslüman
    devletlerin bir havrayı yıktırdığını duyan Hazar hükümdarı 922 tarihinde İtil şehrindeki bir minareyi
    yıktırmıştır (Togan:158; Akt. Ocak, 1983:61).
    2. Hristiyanlık
    Türklerin, dinî tarihlerinin belli bir döneminden itibaren temas ettikleri evrensel ve büyük
    dinlerden biri de Hıristiyanlıktır. Türklerin Hristiyanlıkla teması çok eskilere uzanmaktadır. Barthold,
    Maniheizm’in kesinlikle Orta Asya'da Hristiyanlıktan önce yayılmaya başladığını ve bunun M.S. III.
    yüzyıl ile tarihlenebileceğini düşünmektedir. Hristiyanlığın Orta Asya'daki varlığı ile ilgili bilgiler ise
    IV. yüzyıldan daha gerilere gitmemektedir (Barthold, 1975:19).
    Türklerin Hristiyanlıkla olan temasları daha çok doğu kiliseleri ile olmuştur. Bu çerçevede
    Ortodoksluk birinci sırayı almaktadır. Bununla birlikte, Orta Asya söz konusu olduğunda, Bizans
    kilisesi değil de, Sasaniler döneminde onun yakın takibine uğrayan Nesturîler, önce İran'a sığınmış;
    daha sonra Türklerin arasına girmiştir (Güngör, 2002, C.3: 275).
    Nesturîliğin İran'a geçişi ve diğer ülkelere yayılışı gibi, Orta Asya'ya girişi de büyük oranda
    ticaret yollarıyla olmuştur. Ön Asya'dan başlayarak, Maveraünnehir'in Baykent, Buhara ve Semerkant
    gibi belli başlı büyük şehirlerinden geçen milletler arası İpek Yolu, bir taraftan ekonomik gelişmeyi
    sağlarken, diğer taraftan birçok din ve kültürleri beraberinde getirmiş, bölgedeki Türklerin bu manevi
    unsurlarla temas etmelerine sebep olmuştur (Togan, 1981, C.1 : 94).
    Maveraünnehr'e giren Hıristiyanlık, Zerdüştîlikle Budizm arasında yıllarca sürüp giden
    mücadelelerden de yararlanarak hızlı bir şekilde yayılmış ve kısa zamanda çevrede hakim bir din
    haline gelmiştir. Nesturîlik Karluklar, Kırgızlar, Uygurlar, Naymanlar, Kereitler ve Kumanların
    arasına da nüfuz etmeyi başarmıştır.
    Nesturi Hıristiyanlar, Orta Asya'da Süryanîceden başka, Uygur Türkçe’sini de kullanmış
    özellikle kitaplarını Süryanî alfabesi ile Uygurca yazmış, Süryaniceden bir çok kitabı da Türkçe’ye
    çevirmişlerdir. Ayrıca Farsça’yı da kullanmışlardır. Mezar taşlarında kullanılan tarihlerde, On İki
    Hayvanlı Türk Takvimi'ni kullanmışlardır (İnan, 1991.C.2:312).
    Ortodoksluk ve diğer Hıristiyan mezhepleri, Doğu Avrupa'da Balkanlar'da, Anadolu'da,
    Rusya'da ve Sibirya'da Türklerin arasına nüfuz etmeyi ve hatta kalıcı cemaatler oluşturmayı başardılar.
    Hıristiyanlık Balkanlar'a erken dönemlerden itibaren ulaşmış ve IV. yüzyılda Trakya'da önemli bir
    yayılma göstermişti. Batıya yönelen Peçenekler, Kıpçaklar ve Uzlar geleneksel Türk dininden sonra
    Zerdüştîlik, Mani dini ve İslâmiyet’le temas edip, XI. yüzyılın başlarından itibaren Hıristiyan
    propagandasına maruz kaldılar.
    Balkanlarda ve Anadolu'da Gagavuzlar, Karamanlılar, Ortodoks Hıristiyan’dır. Bu topluluklar
    dilleri Türkçe’yi muhafaza etmeyi başarmışlardır. Karamanlılar 1923’te imzalanan "Türk ve Rum
    ahalinin mübadelesine dair mukavele ve buna bağlı protokol" gereği Yunanistan'a göç etmek zorunda
    kalmışlardır. Onlardan günümüze Grek alfabesi ile Türkçe yazılmış binlerce kitap, kitabe ve mezar
    taşları ulaşmıştır (Güngör,2002,C.3:278).
    Çuvaşlar, XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Ortodoks Hıristiyanlığa girdiler. Hakaslar Katolik
    Ortodoks’tur. Yakutlar Hıristiyan’dır. Irak'ta, özellikle Kerkük'te, Müslüman Türkmenlerin yanı sıra
    bir Katolik Türkmen cemâati de mevcuttur. Türkçe konuşan, ibadetlerini Türkçe yapan ve ilahîlerini
    Türkçe söyleyen bu Türkmen Katolik cemaatin nüfusu, otuz bin civarındadır (Hacaloğlu, 1995:150).
    Türklerin, Hıristiyanlığın etkisi altına girmelerinin en büyük nedeni, o dönemde Bizans
    İmparatorluğu ile sıkı bir ticaret ilişkisine sahip olmalarıdır. Genel olarak Hıristiyan olan Türkleri üç
    grupta toplamak mümkündür,
    a) Kişi ya da küçük gruplar halinde Hıristiyanlığa geçen Türkler,
    b) Din ile birlikte kültürlerini de kökünden değiştirenler,
    c) Hıristiyan olmakla birlikte dil ve kültürlerinin birçok özelliklerini koruyanlar (Turan,
    1994: 106).
    B) İSLAMİYET ÖNCESİ İNANÇ SİSTEMLERİNE BAĞLI KÜLTLER
    1. Put-Fetişler (Totemler, Tözler-Ongunlar)
    İçinde büyüsel gücün ya da cinin bulunduğuna inanılan taş, boynuz, pençe, post, deri, bez
    parçası, figür vb. gibi objelerden yararlanmak amacıyla yapılan çeşitli pratiklere “fetişizm” , söz
    konusu objelere de “fetiş” denir. Sözcüğün kökeni Portekizce “feitiço” dan gelmektedir ve büyü,
    yapma şey, etkileyici güç anlamlarını taşımaktadır (Örnek, 1988:46).
    Batı Afrika’nın dışında, en çok Kuzey Asya’ da görülen bu inanca göre bazı fetişler,
    hastaların iyileşmesine yardım ederlerken bazıları da kötülük getirirler. En ünlü fetişler çivili
    fetişlerdir. Farklı malzemelerden yapılan bir figürün her yanına çivi çakılır. Fetişlerin üzerine çivi
    çakılması farklı biçimlerde yorumlanmaktadır. Hastanın neresi ağrıyorsa fetişin orasına çivi çakarak
    benzeşmeye dayalı analoji büyüsü uygulama, fetişin içindeki cine ondan istenileni hatırlatma, fetişi
    güzelleştirme gibi (Örnek, 1988:46). Uraz, nazar değmesin diye taşların takılmasını, evlere diken ve
    sarımsak asılmasını, başa kurşun dökülmesini, siyah tavuk kanı ile muska yazılması, deve sidiği
    içirilerek büyü yapılması vb. olayları fetişizmin biraz değişikliğe uğramış pratikleri olarak
    yorumlamaktadır (Uraz, 1994:205).
    Türklerde her boyun bir kutsal hayvanı olduğu ve buna “ongun-töz” denildiği bilinmektedir.
    Oğuz’un oğullarından her birinin kendisine bağlı Türk boylarınca birer ongunu olduğu kaynaklarca da
    kabul edilmektedir. Bu boyların ongunları avcı kuşlardır. Yalnızca Bağ Han’ın ongunu üç kuş ile
    gösterilmektedir. Ongun sayılan hayvanlara büyük saygı gösterilmekte, eti yenilmemekte, ok
    atılmamakta ve incitilmemektedir. Moğollar ve bir kısım Türklerin, keçeden tanrı resimleri yaptıkları
    bunlara ongun dedikleri, bu resimleri evlerinin duvarına astıkları, önlerinde ibadet ettikleri ve
    ağızlarına yemeklerinin ilk lokmasını koydukları dikkat çekicidir. Uraz, totem ile ongun arasındaki
    farkın, boyların totemlerinin adını aldığı ve o boy içinde birbirleriyle evlenmediklerini, ongun için bu
    şartın olmadığı biçiminde özetlemektedir (Uraz, 1994:203).
    Ongon ya da töz veya tösler Türklerde genellikle tavşan, ayı, kartal, sincap vd. gibi zoomorf
    şekiller altında tasavvur edilmiş olup, "tilik", "kozan", "aba", "bürküt", "tiyin" gibi isimlerle anılırdı.
    Türklerde, yıldızlarla ilgili tasavvurlara bağlı olarak, hayvanlarla temsil edilmeleri suretiyle, 12
    Hayvanlı Türk Takvimi oluşmuştur. Bu hayvanlar sıçan (fare), ud (inek), pars, tavuşgan (tavşan), it
    (köpek) ve tonguz (domuz)dur (Turan,1994:25).
    Türklerde atalar kültü problemi bizi tözler konusunda menşe efsanesine götürmektedir.
    Gumilev, Türklerde atalar kültünün en büyük delili olarak Bozkurta duyulan saygıyı göstermekte;
    hattâ bütün Türk hükümdarlarının kendilerini Asine=Asena soyuna bağlamak istemelerini bunun en
    büyük delili olarak görmektedir (Gumilev,1999:122). Göktürkler, kurt menşe efsanesine bağlı olarak,
    büyük dinî törenlerini, demircilikte uğraştıkları Altay dağlarının bir vadisinde, beylerin ve asillerin
    katılımıyla yapılıyorlardı.
    Atalar kültü ile ilgili olarak, Türklerde ataların tasvirlerinin yapılıp saklandığına dair kayıtlar
    vardır. Gerçekten de, Orta Asya Türkleri arasında görülen ve bazıları keçeden, paçavradan, kayın
    ağacı kabuğundan, bazıları da hayvan derilerinden yapılan sembollere Altaylılar “töz” Yakutlar
    “tangara” diyorlardı. Bunlar duvarlara asılır veya torbalarda saklanır, önemli bir yolculuğa veya ava
    çıkılırken üzerlerine saçı saçılır, ağızlarına yağ sürülürdü. Moğolların “ongon” adını verdikleri tös
    veya töz kelimesi anlam itibariyle “asıl, menşe, kök” demek olup, Uygur ve Hakaniye lehçelerinde de
    kelime aynı anlamı ifade etmektedir. Bu sembollere tös veya töz denmesi ise, onların ataların ruhunun
    hatırası olarak yapıldığını göstermektedir. Altaylı Türklerin bunlar hakkında “bu babamın tözü”, “şu
    anamın tözü”, gibi ifadelere yer verdikleri bilinmektedir. Ayrıca büyük ve ünlü kamların ruhlarına
    izafe edilen tözler de vardır (Güngör, 2002, C.3: 264).
    Çin kaynakları, tözleri Göktürklerdeki “tanrıların tasvirleri” şeklinde bildirmekte, bazı
    araştırmacılar tözlerin put-fetişler olduklarını bildirir. 13. yüzyılda Budist Uygurların tapınağında
    rastlanan tözler Uygurların onları tanrılarının tasvirleri olarak değil; fakat ölen yakınlarını temsilen ve
    onların anısına yaptıklarını ve tapınaklarda sakladıklarını göstermektedir. Ebu’l-Gazî Bahadır Han’ın,
    tözlerle ilgili olarak, “Bir kimsenin yakını öldüğünde onun suretini (kugurcak) yapar ve evinde
    saklardı.” şeklindeki ifadesi de tözlerin ölen yakınları veya ataları temsil ettiğini göstermektedir
    (Güngör, 2002, C.3: 264).
    2. Kült
    Kült, yüce ve kutsal olarak bilinen varlıklara karşı gösterilen saygı ve onlara tapınma anlamına
    gelmektedir. Bu saygı ve tapınış, duayı, kurbanı, dinsel tören olan belli ritleri gerektirmektedir.
    Tapınaklar, toplantı evleri, kutsal olarak bilinen alanlar, tepeler, mağaralar ve nehirler kült olarak
    kullanılmıştır. Kültü uygulayan, topluluğu yöneten bir başkan vardır. Kültün uygulandığı bayram ve
    tören için belli zamanlar seçilmekte, kült araçları bulundurulmaktadır (Tezcan, 1996: 120).
    Bir başka görüşe göre, bir kültün varlığından söz edebilmek için şu üç şartın varlığı
    gereklidir;
    a. Külte konu olabilecek bir nesne ve kişinin varlığı,
    b. Bu nesne ya da şahıstan insana zarar gelebileceğine ilişin inancın varlığı,
    c. Bu inancın sonucu olarak faydayı sağlayabilecek, zararı uzaklaştırabilecek ziyaretler,
    adaklar, kurbanlar vb. uygulamaların varlığı (Ocak, 2000:113).
    3. Atalar Kültü
    Atalar kültü, ölmüş ataları tazim ve onlar için kurbanlar sunma inanç ve âdetidir. Ölen
    ataların ve özellikle babaların ruhlarının geride kalanlara iyilik ya da kötülüklerinin dokunabileceği
    inancı, onlara karşı duyulan minnet duygusu, atalar kültünün temelini oluşturmaktadır. Bununla
    birlikte, atalar kültünde ölen her atanın ruhu ve dolayısıyla da mezarı kült konusu olmamakta, yalnızca
    saygıdeğer olanlar buna erişmektedirler. Bu anlamda "ölüler kültü" ile atalar kültünü de birbirinden
    ayırt etmek gerekmektedir (Güngör, 2002, C.3: 264).
    Bu inanca göre, ataların, öldükten sonra da ruhlarının yaşadığına ve toplumla ilişkilerini
    koparmadıklarına inanılır.


    REKLAM ALANI
    Oktay Motor CF Moto Polaris Mondial
    Motomax
  2. #2

    Üyelik
    11 Temmuz 2007
    Şehir
    Ankara
    Motosikleti
    gönüller bir olsun da..
    Yine bu inanışa göre, insan ölümle bedenini kaybetmekte fakat benliği daha
    doğrusu manevi varlığı yeryüzünde kalmakta, geride bıraktığı kimselerin hayatlarını
    etkileyebilmektedir. Onlara göre; ölüm hayatın bitişi değildir. Böyle bir inançtan çıkış bulan atalar
    kültünde, ancak belli kişiler özellikle kabile atası, ünlü savaşçılar, din adamları vb. gibi kişiler
    tapınılmaya, kurban ve duaya hak kazanmaktadır. Bu insanları ötekilerden ayıran insanüstü yetenekleri
    ölümlerinden sonra kaybolmamaktadır. Birtakım mistik güçlerle dolu bulunan bu gibi kimselerin
    gönüllerini hoş tutmak, anılarını tazelemek, kurban ve adaklarla anmak yoluyla bitkilerin, hayvanların
    çoğalmasını sağlamak mümkündür.Bu amaçla ataların figür ve maskeleri yapılmakta, adlarına bayram
    ve törenler düzenlenmektedir. Diğer taraftan atalar, dinsel ve toplumsal buyrukların, gelenek ve
    göreneklerin koruyucuları olarak kabul edilirler. Bunların yerine getirilmesi onları sevindirmekte, tersi
    ise öfkelendirmektedir (Örnek, 1988: 94-95).
    Atalar kültünün eski Türk toplulukları arasında en köklü ve en eski inançlardan biri olduğu
    söylenebilir. Hemen hemen bütün Kuzey ve Orta Asya kavimlerinde bulunduğu görülen ve ataerkil
    aile yapısının bir sonucu olarak yorumlanan atalar kültü, tarihi iyi bilinen en eski Türk
    topluluklarından Hunlar zamanında tespit edilmektedir (Ocak, 1983:26). Eski çağlarda Orta Asya
    Türklerinde de bu kültün hayli yayıldığına dair kanıtlar bulunmaktadır (Roux, 1962, Akt. Ocak,
    1983:85). Diğer taraftan, Orhun Kitabeleri’nde özellikle Bilge Kağan Kitabesi’nin sonunda yer alan
    bölümler atalar kültünün varlığının Göktürklerde de görüldüğünü göstermektedir. 13. yüzyılda
    Moğollarda da atalar kültünün önemli bir yer tuttuğu Batı kaynaklarından anlaşılmaktadır (Ergin,
    1970, Akt. Ocak, 1983:26-27). Atalar kültü, ruhun bir bedenden ötekine geçmesi inancını benimseyen
    Budizm ve Manihaizm’in Türklerce kabul görmesinde etkili olmuştur. Bu külte göre, çok yaşayan,
    bilgili, yönetici insanlar öldüğünde onların ruhları, ailesine ve toplumuna yardım eder ve onları
    korurdu (Ocak, 2000:62).
    Türklerin, İslamiyet’i kabul etmesinden sonra da halkın yatırlara gidip dua etmesi, şifa
    dilemesi, niyaz etmesi, “Allah’ın sevgili kulları olan ve Allah’a sözü ve nazı geçebilen evliyanın
    yardımını dilemek” şeklinde açıklanmaya çalışılmıştır. Böyle bir açıklama eski inanışlarla bağı olan
    uygulamaları İslami kurallara uymasa da uygun hale getirmektir. Bu yatırlara gidip dua edenler,
    elbette Allah’a dua da ederler, fakat kendi gözlemlerimize göre, öncelikle o yatıra yönelik olarak dua
    ederler. Onun ruhundan medet umarlar (Eröz, 1992:103).
    Günümüzde, Anadolu halkı, evliyaların yattığı yerlere (tekke, zaviye, türbe, mezar, hazire,
    dergah vb.) gider ve onlardan yardım diler. Bu yardım, işsizlere iş, hastalara sağlık vb. biçimlerde
    görülebilir. Fakat bu yardım isteğinin mutlaka inanılarak yapılması gerekmektedir (Kaya, 2001:200).
    Bugün hala Anadolu’da varlığını sürdüren, evliya, dede, baba inanışlarının kökenini Atalar
    kültüne bağlayabiliriz. Ayrıca, evliyalardan istenilen dileğin gerçekleşeceğine ve evliyanın yardım
    edeceğine mutlaka inanılması gerektiği düşündürücüdür. Bu mutlak inanç, kişinin psikolojik olarak
    koşullanmasını dolayısıyla da bilinçli olmasa bile bunun gerçekleşmesine ilişkin çaba göstermesini
    doğurabilir.
    Ataların bu şekilde kutsal ağaçlarda eyleştiği inancı Anadolu'da hemen hemen her türbenin
    yanında kesilmesi yasak olan bir kutsal ağaç bulunmasını da açıklamaktadır. Bu ağaç ve bitkilere
    gösterdikleri saygı, aynı zamanda atalarına gösterdikleri bir saygı haline geliyor. Bu bitkileri törenlerde
    kullanarak da atalarından yardım istiyorlar. Ağaçlara bez bağlamak, mezarlara belli bitkiler bırakmak
    vb. bu çağrının ifadesidir. Ata ruhlarının bu şekilde doğada belli nesnelerde varolduğu düşüncesi
    insanların tüm doğayı canlı olarak algılamasına ve animizm inancına yol açmıştır.
    4. Gök Tanrı Kültü
    Araştırmalar, gök tanrı kültünün, toprakla ilgisi bulunmadığı için ancak göçebe, avcı ve çoban
    toplumlarda olabileceğini, dolayısıyla bu kültün kaynağının Asya bozkırlarında aranması gerektiğini
    göstermektedir. Bazı araştırmalarda tengri, tengeri, tengere ve tingir gibi, dil ve anlam yönünden gök
    tanrı kültü ile ilgili sözcükler belirlenmiştir (Eliade,1975:63-64, Akt, Ocak, 1983:30).
    Hunlar Gök-Tanrı'ya inanıyor, onu daha sonra Kaşgarlı Mahmut'un ifade edeceği üzere, hem
    gök hem de Tanrı anlamını içeren "Tengri" kelimesi ile ifade ediyorlardı. Göktürkler de aynı anlamda
    Tengri kelimesini kullanıyorlardı. Ayrıca Tonyukuk Kitabesinde "Türk Tanrısı" kavramına yer
    veriyorlardı. 763’ te Mani dinini kabul eden Uygurlar, Tanrı kelimesinin başına Kün, Ay ve Kün-Ay
    kelimelerini ilave ederek Kün Tengri, Ay Tengri, Kün-Ay Tengri kavramlarını oluşturmuşlardır. Her
    ne kadar, Kaşgarlı Mahmut, Türklerin büyük bir dağ, büyük bir ağaç gibi kendilerine ulu görünen her
    şeye tengri dediklerini ifade ediyorsa da Türklerde Tanrı kelimesi yalnızca Gök-Tanrı'yı ifade etmek
    için kullanılmıştır (Güngör, 2002, C.3: 262).
    Türkler yüce ve soyut bir Tanrı anlayışına erişmiş olmakla birlikte, başlangıçta onu yine de
    gökte düşünüyorlardı. Orhun Kitabeleri’nde "üze kök tengri" terkibinde Tanrı aynı zamanda gök
    anlamını da korumaktaydı. Göktürk çağında, dünyayı kaplayan, yeryüzünde her şeyi hükmü altında
    tutan semanın, bozkırlı gözünde Tanrı kabul edilmiş olabileceği düşünülebilir (Güngör, 2002, C.3:
    262).
    Hun, Göktürk ve Moğol devletlerinde en büyük tanrı, Gök Tanrı’dır. Gök Tanrı, gökteki bütün
    yıldızları, ayı ve güneşi kapsayan nesnel bir varlıktır. Kat kat olan semada yaşayan Gök Tanrı,
    insanlardan farklı düşünülmez. İnsanlar gibi onlar da yer, içer, eğlenir. Altaylıların, gökte altın tahtta
    oturan tanrısı Ülgen’in göğün farklı katlarında oturan oğulları, kızları ve yardımcıları vardır. Göksel
    cisimlerin tümü Gök Tanrıdır. Fakat onu oluşturan güneş, ay gibi cisimler de farklı birer tanrı olarak
    düşünülmüştür. Örneğin, Hun hükümdarı her sabah çadırından çıkarak güneşe, geceleri ise aya tapardı.
    Yakutlara göre, iki kardeş olan Ay ve Güneş tanrıdırlar (Avcıoğlu, 1995:352-353).
    Gök Tanrı kültünün hemen hemen tüm Orta Asya toplumlarında çok köklü bir inanç olması
    nedeni ile İslam sonrası dönemde de etkisinin sürdüğünü görmekteyiz. İslamiyete geçişi belli bir
    oranda kolaylaştırdığı söylenilen bu kültün, bazı İslami metinlerde örneklerine rastlanmaktadır.
    Örneğin, Dede Korkut Kitabı bunun en tipik örneklerindendir (Ocak, 1983:32).
    Gök Tanrı yanı sıra ikincil tanrılar da bulunmaktadırlar. Gök Tanrı insanın ve hayvanın tek
    tanrısı değildir. Örneğin, Yakutların Ayısıt adını taşıyan tanrısı tüm özellikleri ile bereket tanrıçası
    niteliği taşımaktadır. Ayısıt, genç anaları, yavrularını ve aynı durumda olan hayvanları ve onların
    yavrularını korur. Göktürklere göre, üstte tanrı, altta yer buyurduğu için Türk budunu zenginleşmiştir.
    Böylece, gök ve yer tanrılarının bir çifti oluşturduğu anlaşılmaktadır. Göktürklerin yer tanrısı,
    Moğollarda Etügen adını alır. Tanrıçadan, kadınları, oğulları, hayvanları ve hububatı koruması,
    sürüleri ve ürünleri çoğaltması beklenir. Yer tanrıçası ise, Yakutlarda, bitkilerin büyümesini ve
    yavruların doğuşunu cesaretlendirir (Avcıoğlu, 1995:354).
    5. Tabiat Kültleri
    Türk ve Moğol boylarında oba kültü çok yaygındır. Oba steplerde toprak, dağ geçitlerinde taş
    yığınlarından meydana getirilen suni tepeler (höyük) dir. Bu obalar, steplerde kutsal dağ ve tepe yerini
    tutarlar. Her oba, boyun tapınağı olur. Burada kurban kesilir, dini törenler yapılır. Oba yanından geçen
    her yolcu atının kılından veya elindeki paçavralardan bir parçayı adak olarak bırakır (İnan, 1995: 61).
    Dağlar ve tepeler, tarihin bilinen en eski devirlerinden beri, yükseklikleri, gökyüzüne
    yakınlıkları dolayısıyla insanların gözünde ululuk, yücelik ve ilahilik sembolü kabul edilmiştir. Bu
    nedenle de insan üstü varlıkların, ilahların mekanı olarak düşünülmüştür. Yunanlıların Olimpos’u,
    Eski Türklerin Ötüken’i, İslam ülkeleri mitolojilerinin vazgeçilmez Kafdağı, akla gelen ilk örneklerdir
    (Ocak, 1983:70-71).
    Dağlar sadece, içinde varolduğuna inanılan kuvvetli ruhtan dolayı kutlu sayılmamış, yer altı
    ve yer üstü unsurları, büyüklüğüyle birleştiren mitolojik bir varlık olarak da algılanmıştır. Dünyanın
    oluşumuna ilişkin anlatılarda, evren, dünya yaratılırken gök, yer ve yer altı (yani tanrılar, insanlar ve
    ölüler) birleşir. Bunları bir araya getiren merkez konumdaki dağ, ağaç, sarmaşık, merdiven birer temel
    direk, merkez ve kökenin simgesi olarak kutsallaşmaktadır (Eliade, 1992:1-46, Akt. Kaya, 2001:203).
    Şamanların dualarında özellikle dağlardan söz edilirken dağın ruhu ile somut bir varlık olarak
    kendisini ayırt etmek mümkün değildir. Bazı dağlar belirli kabilelerin “töz”ü sayılırlar. Böylece, belli
    bir kabilenin menşei belli bir dağa bağlanmış olur. 12. yüzyılda Moğollar, dağları inanç sistemlerinin
    oldukça önemli bir parçası olarak görmüşlerdir. Temuçin (Cengiz Han), gençliğinde Merkitler’in bir
    baskını sırasında Burkhan Haldun Dağı’na sığınmış ve bu dağın yardımıyla kurtulmuş olduğunu şu
    şekilde anlatmıştır: “Haldun Burkhan’ ın yardımıyla bir kırlangıcın hayatı gibi hayatım kurtuldu.
    Burkhan Haldun’a her sabah tapmalıyım, bunu neslim ve neslimin nesli böyle bilsin”. Temuçin bu
    sözlerle kuşağını boynuna ve külahını koynuna asarak güneşe dönmüş ve eliyle göğsüne vurarak
    güneşe karşı dokuz defa diz çöküp tövbe ve istiğfar etmiştir (İnan, 1995:45).
    Diğer taraftan, Bektaşi Menkıbelerinde de dağ ve tepe kültünden söz eden bazı örnekler
    bulmaktayız. Örneğin, Menakıb-ı Hacı Bektaşi Veli’de sürekli olarak bir Arafat dağından söz
    edilmektedir. Vilayetname-i Hacım Sultan’ın da, Hacım’ın daima yüksek tepeler üzerinde günlerce
    yemeden içmeden ibadette bulunduğu belirtilmektedir. Orta Asya’da eski Türklerin yaşadıkları çeşitli
    bölgelerde dağ kültüne mutlaka rastlandığı görülmektedir. Buradaki dağların çoğu Türkçe,
    “mübarek”, “büyük ata”, “büyük hakan” anlamlarına gelen Han Tanrı, Buztağ Ata, Bayın Ula vb.
    adlar taşımaktadır. VII. yüzyılda Göktürkler dahil bütün Türk boyları ünlü Ötüken adındaki ormanlı
    dağı kutsal tanımaktadırlar. Bunların dışında, Göktürklerin, “İduk Baş” ve “Tamag İduk” adında iki
    mukaddes dağı vardı ki, İduk Yer-su adıyla tanınmakta idiler (İnan, 1995:74).
    Yapılan çalışmalar, dağ ve tepe kültünün XIII. yüzyılda Moğollarda bile mevcut olduğunu
    ortaya çıkartmıştır. Ayrıca, dağ ve tepe kültü Altaylılarda da dikkati çekmektedir. Altaylılar, her dağın
    kendi ayrı ruhları olduğuna inanmakta idiler. Onlara göre bu dağ ruhları insanlara hem iyilik hem de
    kötülük yapabilirlerdi (İnan, 1995:74).
    Anadolu’da özellikle Bektaşi ve Kızılbaş toplumlarında dağ kültüne ilişkin örneklere sıklıkla
    rastlanmaktadır. Hacıbektaş’taki Arafat dağından başka Kırıkkale yakınlarındaki Hasanzede Köyü’nün
    yakınlarında bulunan Denek dağı bunlardan birisidir. Orta Asya Türklerinde olduğu gibi Kızılbaşlar da
    bu dağlara esrar dolu yerler ve kutsal mekanlar olarak bakmaktadırlar. Doğu Anadolu’da dağ kültü
    önemli bir yere sahiptir. Bingöl Dağları üzerindeki Kaşkar Tepesi kutsal sayılmaktadır. Eski
    Türklerdeki dağ ve tepe kültüyle ilgili motifler, sadece Bektaşi menkıbelerinde değil İslami devirde
    kaleme alınan önemli metinlerde de vardır. Örneğin, Dede Korkut Kitabında kahramanlar sıkıştıkları
    zaman adeta canlı bir varlığa seslenirmişçesine dağlara seslenmişlerdir. Âşık Kerem, Âşık Garip vb.
    halk destanlarında, dağlara hitap eden seslenişler vardır. Köroğlu sefere çıkacağı zaman dağ başlarına
    bakar ya da sefer sırasında geçit vermeyen bir dağla karşılaştığında tepedeki evliyaya yalvarır ancak
    dağ o zaman geçit verirdi (Boratav,1988:88).
    Taş ve kaya kültüne ait motifleri içeren tek menkıbe, Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli’dir.
    Buradaki menkıbelerin birinde anlatıldığına göre, Hacı Bektaş'ın evliyadan olduğuna inanmayan biri,
    elindeki bıçakla oradaki bir kayayı kesmesini ister. Hacı Bektaş da bıçakla kayayı ikiye böler. Adam
    bunu görünce kendisine mürit olur. Bu kerametin delili olan kayalar tekkeye kaldırılır ve gelip
    geçenler tarafından saygıyla ziyaret edilir. Bir başka menkıbede, aslana binip yılanı kamçılayarak Hacı
    Bektaş’ın ziyarete gelen Seyyid Mahmud Hayrani’ ye karşı Hacı Bektaş’ın, kızıl bir kayaya binerek
    karşılamaya çıktığı ve kayayı uzunca bir süre yürüttüğü hikaye edilir. Bektaşiler ve Kızılbaşlarca,
    bugün türbeye 350 m. uzaklıkta bulunan bu kayanın gerçekten yürüdüğüne inanılır (Ocak, 1983:78).
    Orta Asya’da İslam öncesi devirde Türklerde bazı taş ve kayaların kutlu sayıldıklarına ilişkin
    pek çok veri bulunmaktadır. Uygurların ünlü Kut Dağı efsanesi bunun güzel bir örneğini
    oluşturmaktadır. Bu efsanede, Uygur ülkesinin refahının Kut dağı adıyla iri bir yeşim kayasına bağlı
    olduğu bu kaya sayesinde ülkenin ve halkın felaketten uzak bir hayat sürdüğü anlatılmaktadır. Bunu
    öğrenen Çinliler, Uygur kağanının oğluna imparatorun kızını verme karşılığında kayayı isterler.
    Halkın karşı koymasına rağmen kağan teklifi kabul eder. Çinliler kayayı parçalayarak onu ülkelerine
    götürürler. Fakat, kayanın gitmesiyle kıtlık başlar ve sonunda Uygurlar göç etmek zorunda kalırlar
    (Ocak, 1983:79).
    Orman kültü ilkel toplulukların orman ürünleriyle, avcılıkla geçindikleri dönemin kalıntısıdır.
    Ötüken ormanlarının (Ötüken Yış) Göktürkler ve Uygurlarla birlikte dönemin bütün Türkler
    tarafından kutsal sayıldığını biliyoruz. Zamanla hayat koşulları ve dini inançları değişmesine rağmen
    pek çok ulus orman kültünü yeni dinlerine de sokmuşlardır. Orman ruhlarına her avcı kurban sunabilir.
    Sunma işlemi sırasında kamın aracılığına ihtiyaç yoktur. Görülüyor ki, orman kültü en eski devrin iş
    bölümünün Şamanları dahi yaratmadığı dönemin kalıntısıdır (Hassan, 1986: 111).
    Ağaç, yerin dibine dalan kökleri, göğe doğru dik bir biçimde yükselen gövdesi ve gökyüzüne
    dağılan dal, budak ve yapraklarıyla olduğu kadar, mevsimden mevsime kendini yenilemesi ve daha
    pek çok özelliğiyle de eski çağlardan beri insanlığın dikkatini çekmiştir. Bununla birlikte ağaç, daima
    hayatın ve ebediliğin de timsali olarak benimsenmiştir (Eliade, 1975:231). Eliade diğer tabiat
    kültlerinde olduğu gibi ağaç kültünde de ağacın maddi varlığının değil, özelliklerinin ve temsil ettiği
    gücün kült konusu olduğunu belirtmiştir. Diğer taraftan, insanın küçük bir filizden gün geçtikçe
    büyüyen, gelişen ve sonunda bir nedenden dolayı çürüyen ağaçla, kendi yaşamı arasında da paralellik
    kurduğunu vurgulamıştır (Eliade, 1975:23).
    Doğa güçlerine inanç çerçevesinde dağ kültünün yanı sıra "orman ve ağaç kültü" de önemli
    bir yer tutmaktadır. Gerçekte orman kültü, ormanda yaşayan ve yiyecek derleyip avcılık yaparak
    geçinen ilkel topluluklara özgüdür. Türklerin de göçebe çoban hayatına oradan geçtikleri öne
    sürülmüştür. Bazı araştırmacılar, Türklerin inançlarının temelinde bozkır kültürünün hakim olduğunu
    düşünmektedirler. Türklerde Kutsal Ötüken Dağı ormanla kaplıdır ve "Ötüken Yış" (Ötüken Ormanı),
    Göktürkler ve Uygurlarca kutsal bilinmektedir. İslam Öncesi Türklerdeki ağaç kültünün ilk ortaya
    çıkış bölgesi olarak dağlık Ötüken olduğu tahmin etmektedir. Hunlar, her yıl yaz bitiminde
    muhtemelen Ötüken’de yer alan, Lung-Ch’eng (Ejder Şehri) denilen başkentlerinde yaptıkları yer
    ayini, şehrin yakınındadır (Güngör, 2002, C.3: 262).
    Dede Korkut, er olsun avrat olsun herkesin ağacı saydığını ve çekindiğini belirtmiştir. Orta
    Asya’da bin yaşında, beş kollu büyük gövdeli bir ağacın bölgede en saygın şey olduğunu belirtmiştir
    (Avcıoğlu, 1995:359). İncelenen örnekler, her ağacın ya da aynı ağacın her yerde kült konusu
    olmadığını, hatta sıklıkla, çam, kayın ve çınar benzeri meyvesiz ve ulu ağaçların kült olarak kabul
    edildiği üzerinde yoğunlaşmaktadır (Ocak, 1983:84).Dede Korkut’ ta Kazan’ın oğlu Uruğ ağaç ile
    söyleşirken,
    “Başını alıp bakacak olsam başsız ağaç,
    Dibini alıp bakacak olsam dipsiz ağaç”.
    diyerek, ağacın yeraltında ve yerüstünde sonsuza ulaştığını vurgular (Avcıoğlu, 1995:360).
    Ağaç kültü Uygurlarda farklı bir yönü de ortaya koymaktadır. Bunlarda ağacın insan soyu ile ilgisine
    dair inancın varlığını ünlü menşe efsanesinden anlamaktayız. Cüveyni’nin kaydettiği bu efsaneye
    göre, Uygurlar Karakurum’da Tuğla ve Selenka nehirlerinin birleştiği yerde bulunan fusuk ve naj
    (fıstık ve çam fıstığı) ağaçları arasına gökten inen ışıktan türediklerine, daha doğrusu atalarının bu
    ışığın o ağaçları gebe bırakması sonucu dünyaya geldiklerine inanıyorlardı (Cüveyni, Akt, Ocak,
    1983:85-86).
    Radloff, İnan ve Roux, aşağı yukarı bütün Altaylı kavimlerde en çok çam ve kayın ağaçlarının
    kült olarak kabul edildiğini, bunları çınar ve servi ağaçlarının takip ettiğini belirtirken bu ağaçlara
    yapılan duaların İslamiyet sonrasında da devam ettiğini vurgulamışlardır. Bu dualardan dikkate değer
    biri şu şekildedir;
    Altın yapraklı boz kayın,
    Sekiz gölgeli mukaddes kayın,
    Dokuz köklü, altın yapraklı mübarek kayın,
    Ey mübarek kayın, sana kara yanaklı,
    Ak kuzu kurban ediyorum (İnan,1995:87).
    Anadolu sahası, ağaç kültünün Müslüman Türklerdeki en ilgi çekici örneklerinin ortaya çıktığı
    yerlerden biri olarak görülmektedir. Bu kültün, Sünni kesimde de olmakla beraber daha çok Alevi
    zümrelerde yer bulduğu söylenebilir. Bu kült resmi evraklara bile girmiştir. Memduh Paşa adında bir
    Osmanlı valisinin II.Abdülhamid’e yolladığı bir raporda, Kızılbaşların büyük ağaçlara oldukça saygı
    gösterdikleri ve sık sık ziyarette bulundukları belirtilmektedir (Şapolyo, Akt. Ocak, 1983:89).
    Ağaç kültü, Kızılbaş toplulukları içinde daha çok Tahtacılar ve Yörüklerde yayılmıştır.
    Tahtacılar, geçimlerini ağaç kesmekle sağlamaktadırlar. Bununla birlikte, onların ağaçlara büyük saygı
    ve bağlılıkları vardır. Muharrem ayında ağaç kesmek yasaktır. Hafta içinde ise, Salı günleri ağaç
    kesilmez. Yeniden işe başlayacakları zaman, ağaçlara dualar okunur. Tahtacılar en çok, sarıçam, ladin,
    köknar ve ardıcı; Yörükler ise, kara dut , çınar ve katran ağacını kutlu sayarlar ve hepside tek ağaçları
    kült olarak kabul ederler (Roux, 1962, Akt, Ocak, 1983:89).
    Türk mitolojisinde hem ana hem de ata rolünü üstlenen ağaçlarla ilgili anlatılara
    rastlanmaktadır. Örneğin, Oğuz Kağan’ın Dağ, Deniz ve Gök adlı oğulları bir ağaç kovuğunda
    bulduğu ikinci karısından olmadır. Diğer taraftan, Manas Destanı’nda ve Yakut kadınları arasında
    çocuk veren elma ağacı motifi dikkat çekicidir. Türk mitolojisinde boy ve aile ağacı, evi ve aileyi
    koruyan ağaç ruhu inanışlarına da rastlanmaktadır (Ögel, 1995:423-464).
    Yazılı edebiyat gözden geçirilirse, bu kültün de İslami bir kılığa bürünmüş olduğu görülür.
    Hz. Musa’nın asası, Kabe’nin eşiği, Tuba ağacı ve Hz. Muhammed’in altında biat aldığı Rıdvan ağacı
    vb. İslami gelenekteki bir takım ögeler dikkat çekmektedir. Pir Sultan Abdal’ın şu dizeleri iyi bir
    örnek oluşturmaktadır (Gölpınarlı-Boratav, Akt. Ocak, 1983:90);
    Öt benim sarı tanburam,
    Senin aslın ağaçtandır,
    Ağaç dersem gönüllenme,
    Kırmızı gül ağaçtandır.
    Ali Fatma’ nın yari,
    Ali çekti Zülfikar’ ı,
    Düldül atının eğeri,
    O da yine ağaçtandır.
    Bu manzumeyle, Dede Korkut Hikayeleri’ndeki Kazanoğlu Uruz’un ağaca hitaben şöyle
    seslenmektedir.
    Ağaç ağaç dir isem erilenme ağaç,
    Mekke ile Medine’ nin kapusu ağaç (Dede Korkut Kitabı:21, ).
    Ahmet Yaşar Ocak, tarih boyunca “ağaç” ve “evliya” arasında kurulan ilişkiye de dikkat
    çekerek, ağaç yanlarında bulunan mezarlıklar ve evliyalar arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamaktadır
    (Ocak,1983:93):
    *Bazı ağaçların yalnızca bir türbe yanında bulunmaları onlara kutsallık verilmesine neden
    olmuştur. Bu durumda ağaç yanındaki türbe gerçektir.
    *Ağacın yanındaki mezar, zaten eskiden beri kutsal olarak kabul edilen ağacın kutsallığı ile
    zamanla kutsallık kazanarak türbe kimliğine girebilir. Oysa başlangıçta hiçbir özelliği olmayan bir
    mezardır.
    *Bazı ağaçların yanında hiç türbe olmamasına rağmen kutsal sayıldıkları görülmektedir. O
    halde bu durum, şöyle yorumlanabilir: Ya orada eskiden bir türbe vardı ya da bir evliyanın ruhunun
    ağaçta yaşadığı düşünülebilir.
    Bugün, Tunceli, Adıyaman, Elazığ’daki Kızılbaşlar arasında, tek olan meşe ve ardıç
    ağaçlarını ziyaret etmek, ayin yapmak, ağaç dallarına dilek çaputları asmak yaygın pratikler olarak
    varlığını sürdürmektedir. Ağaçlardan, yağmur duası, çabuk evlenme ve hastalıkların sağaltımı gibi
    nedenlerle medet umulmaktadır (Ocak, 2000:135-137). Ağaç üzerine yapılan bu pratik ve inanmaları
    da “ağaç kültü” ne bağlamak olasıdır.
    Ateş kültüyle ilgili olarak ilkel toplumlardan günümüze değin sayısız efsane söylenmiştir.
    Tüm inançlarda, dinlerde, ateşin izi ve etkinliği görülmektedir. Ateşi sembolize eden tapınaklar
    yapılmıştır. Kısacası ateş, insan yaşamının parçası, tarihi koruyucusu sayılmıştır.
    Türkler, öteden beri ateşe saygı gösteriyor, onda kutsal ve temizleyici bir güç görüyorlardı.
    Altaylılar ve Yakutlar ateşteki bu kutsal ve temizleyici güç ya da ruha "ot izi" adını vermektedirler.
    Ateş yoluyla temizlenmenin ve böylece ateşe kutsal ve temizleyici bir anlam vermenin bir
    örneğini de, yine Türkler arasında oldukça yaygın olan, hastalıkları, evleri, ölüleri "tütsüleme"
    uygulamasında görmekteyiz. Türklerde ateş ayrıca kehanet aracı olarak da kullanılmıştır. Öte yandan
    Türklerde ateş kültünün, "aile ocağı kültü" ile yakından ilgili oluşu da dikkate değerdir. Aile ocağı
    kültü ise, çok büyük bir ihtimalle, "atalar kültü" ile ilgilidir. Iduk sayılan yerler, Türkler tarafından
    korumaya alınmış; bu yerlerin ağacını ve ormanını kesmek, oralarda avlanmak yasaklanmıştır
    (Güngör, 2002, C.3: 263).
    Her toplum ve inanç grubu, ateşi kendine göre yorumlamaktadır. Şamanlığı benimsemiş
    Türklerin Tanrısı Ülgen, "...Gökten biri ak, biri kara iki taş getirmiş. Bunlardan birinin üstüne ot
    ufalamış, öbürüyle vurunca otlar alev almış..." Şaman Türkler ateşi Ülgen'in getirdiğine inanırlar.
    Eski Türklerde inanç sistemi üzerine yazılı kaynaklarda, su ve ateş motifine ilişkin pek çok
    örnek bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyle özetlenebilir: Orhun Yazıtları’nda kutsal su
    kaynaklarından söz edilmektedir. Bu nedenle suların kirletilmesinden kaçınılır. Çağataylarda gündüz
    akan suya girmek yasaktır. Cengiz Han, suya saygıyı yasallaştırır ve suya saygı Anadolu Türk
    boylarında da sürer (Avcıoğlu, 1995:356).
    Bununla birlikte, su gibi güneş ve aydan indiğine, yani gökten geldiğine inanılan ateş de
    kutsaldır. Batı Göktürkler ateşe büyük saygı gösterirler ve ateşin temizleyici gücüne inanılır. Kırgızlar,
    “Ateş en temiz şeydir. Ateşe düşen her şey temiz olur”.derler. Altaylılarda ateşi su ile söndürmek,
    ateşe tükürmek, ateşle oynamak kesinlikle yasaktır. Şaman törenlerinde “ateş ana” ya kurbanlar
    sunulur ve şu dualar okunur: “Sen ateş anamız. Açları doyurdun, üşüyenleri ısıttın. Karanlık gecelerde
    bizi kötü ruhlardan korudun. Siyah yanaklı beyaz koç sana kurban olsun” (Avcıoğlu, 1995:356-357).
    Bektaşi menkıbelerinde en sık geçen Şamanist motiflerden biri ise “ateşe hükmetmek” tir.
    Menakıbu’l Kudsiye’de anlatıldığına göre, Köre Kadı adındaki Selçuklu kadısı, Baba İlyas’ı tahrik
    ederek ondan bir keramet göstermesini ister. Köyün ortasına büyük bir ateş yaktırarak müritlerinden
    birkaçının bunun içine girmesini, yanıp yanmayacaklarını görmek istediğini belirtir. Bu talep üzerine
    ileri gelen müritlerinden Oban, şeyhten izin isteyerek ateşin içine girer. Fakat ateş onu yakmaz ve ne
    yana yürürse orada ateş söner (Ocak, 1983:117).
    Anadolu’ da ağaç kültünün kalıntıları hala yaşamaktadır. Dörtyol ile Çay arasındaki “Cennet
    Ana” adlı yerde bulunan ağaç hasta çocuklara öptürülür. Tahtacı kadınlar ağaca sarılıp kısırlıklarından
    kurtulmaya çalışırlar. Yörük boylarında ise, kutsal sayılan ağaçların yanında uzanılmaz (Avcıoğlu,
    1995:359). Anadolu’nun pek çok bölgesinde, ağaçlardan deva isteme, dileklerinin gerçekleşmesi için
    çaputlar bağlama gibi pratiklere de sık sık rastlanmaktadır.
    En çok avcılıkla geçinen toplumlarda görülen hayvan kültü, hayvan ile insan arasındaki dinsel
    ve büyüsel bir ilişkinin çevresinde toplanmıştır. Bu toplumlarda hayvanlar büyük bir önem kazanmış,
    bu önem giderek kutsal bir niteliğe bürünmüştür.
    Hayvanlara dönük ibadetin tipik örneklerinden biri ayı kültüdür. Ayının içinde kutsal bir
    varlığın olduğu inancı ayı kültünün doğmasına neden olmuştur. Ayıyı öldürmekle kutsal varlığın
    özgürlüğüne kavuşacağına inanılır. Ayı kültünde, onun insanlara benzeyen bir atadan geldiği inancı
    vardır (Örnek, 1988: 96).
    Şamanizm’e göre, ayı, orman tanrısının ruhunun simgesidir. Adının söylenmesi tabudur.
    Şamanistler onun adını anmaktan korkarlar. Eski Kıpçaklar ayıya “aba” baba demişlerdir. Günümüzde
    Karaoğlan veya Kocaoğlan diye anılmasının nedenleri, belki de adının tabu olduğu dönemlerden
    kalmadır (Hassan, 1986: 110).
    Şamanlarda Hayvan-Atayı temsil eden tören elbiseleri kutsaldı. Bunlardan biri de Ayı-Ata
    elbisesiydi. Diğer iki elbise de Geyik-Ata ve Kartal-Ata elbiseleriydi. Ayı tipi elbiseler daha çok
    Kuzey Sibirya ile Kuzeybatı Sibirya’da görülmüştür. Şamanın elbisesi üzerine ayının muhtelif
    yerlerinden alınmış kemikler dikilirdi. Böylece şaman kendisinin bir ayıyı temsil ettiğini göstermek
    isterdi (Ögel, 1971: 37-38).
    Geyik Türklerce kutsal bir hayvandır. Türk mitolojisinde, masallarda ve efsanelerde geyik
    motifine rastlanır. Geyik, avcıları peşinden çekerek onları Kaf dağına götürür. Dağ yarılır ve geyik
    gözden kaybolur.
    “Geyik de çekti beni kendi dağına” şarkı ve masalının kökleri bu mitolojide yatmaktadır
    (Ögel, 1971: 25). Türk efsanelerinde daha çok dişi geyik yer alır. Bu geyikler de tanrı ile ilgisi olan
    dişi tanrı veya dişi ruhtur. Özellikle beyaz geyikler kutsaldır. Orta Asya’da o dönem beyaz geyikler
    yaşamıştır. Aklık yani beyazlık Altay Şamanizm’inde ilahelere mahsus bir renk olarak görülür (Ögel,
    1971: 569-571).
    Yakut, Altay, Kazak-Kırgız ve Başkurt folklorunda, eski şaman ayinlerinde kartal (hotoy,
    bürküt, karakuş) çok önemli bir unsur olmuştur. Yakutların inançlarına göre karların ve buzların
    erimesi, ilkbaharın gelmesi, kartalın kanatlarını sallamasına bağlıdır (İnan, 1995: 118).
    Şamanlar ayinlerde Kartal-Ata tören elbisesi giyerlerdi. Onun tüylerini üstünde toplayan
    elbiseler kutsaldı. Şaman atasının şeklini alırken bütün insani özelliklerinden kendini kurtarmış olurdu.
    Yakut Türklerinin inanışına göre, şaman ayin sırasında temsili olarak göklere yükselirken onun
    kanatlarıyla uçardı (İnan, 1995: 37).
    Çok erken çağlarda meydana gelen kurt kültü Orta Asya’nın ileri toplumlarında ve büyük
    devletlerinde silinmiş; ancak efsanelerde motif, bayraklarda bir sembol olarak kalmıştır (Ögel, 1971:
    37).
    Kurt, Türk mitolojisinin en önemli sembolüdür. Türklerin kurttan türeyiş efsanelerinde kurt
    kimi zaman dişi, kimi zaman erkektir. Göktürk efsanelerinin çoğunda dişi bir kurttan ve ondan
    türeyişten söz edilir. Uygur harfleriyle yazılmış Oğuz destanında ise kurt erkektir (Ögel, 1971: 18).
    Bahaeddin Ögel; “Kurt belki de çok eski çağlarda Türklerin totemi olabilir; ancak Göktürk döneminde
    bir totemden ziyade semboldür. Kurt başlı sancaklar Göktürk devleti yıkıldıktan sonra da
    unutulmamıştır. Çin imparatorları Türk kavimlerine Kağanlık unvanı verirken davul ve kurt başlı
    sancağı birlikte vermişlerdir (Ögel, 1971: 40)” der.
    Orta Asya Türklerinin yıldızlarla ilgili inanışlarında, göklerde kurtların atları nasıl
    kovaladıkları anlatılır. Yakut Türklerinin efsanelerinde, ayın kurtlar ve ayılar tarafından yenilmesi
    sonucu ay tutulmasının meydana geldiği anlatılır. Yakut Şamanları için, kurt en önemli afsun
    hayvanlarından biridir (Ögel, 1971: 41-51).
    C) İSLÂMİYET ÖNCESİ ÂDET-İNANÇ VE PRATİKLER
    Eberhard, geleneksel Türk dinini, "Güneş ve Ay kültlerinden oluşmuş Türk Gök Dini"
    şeklinde tanımlamaktadır (Eberhard, 1942: 93).
    Eski Türklerde, doğa inançlarına, Orhun kitabelerinde "Yer-Sub" şeklinde rastlanmaktadır.
    Yer-sular "ıduk" yani kutsaldır. Doğa inançlarını Türklerin yaşama biçimleriyle işlevsel bağlarını tam
    olarak belirleyemiyoruz. Dağ, orman, ırmak, vs. ile ilgili Yer-Su inançları Türklerde gelişmek
    suretiyle, özellikle imparatorluklar döneminde "vatan kültü"ne dönüşmüştür. Kağanların merkezi
    "ıduk Ötüken" ve Tamir suyunun kaynağı "Tamag ıduk baş" buna örnek oluşturmaktadır (Güngör,
    2002, C.3: 262).
    1. Ölüm ve Ölüler Kültü
    Eski Türkler can ve ruh kavramını tın kelimesi ile ifade etmişlerdir. Çağdaş Şamanist Türk
    boylarından Yakutlar ruh-can kavramının tın, kut, sür kelimeleri ile ifade ederler. Tın kelimesi aynı
    zamanda esinti, rüzgar ve nefes anlamlarına da gelir. Kut, toprak, rüzgar ve ana-kut denilen üç
    unsurdan oluşmuştur. Tın vücuttan ayrılırsa ölüm meydana gelir; fakat kut ayrılırsa ölüm olmaz. Sür,
    insan uyurken vücuttan çıkıp etrafta dolaşabilir (Divitçioğlu, 1987: 176).
    Eski Şamanist Türklerin ve diğer Orta Asya uluslarının defin törenleri ile ilgili ilk bilgilere
    Çin kaynaklarında rastlanır. Bunlar; yakma, ağaca asma, toprağa gömme şeklindedir. Mumyalama
    işlemlerinin yapıldığına da rastlanmıştır. Göktürklerde; ölü çadıra konur, oğulları, torunları at ve
    koyun keserler. Ölünün bulunduğu çadırın etrafını yedi defa dolaşırlar. Kapının önünde bıçakla
    yüzlerini keserler, yüzlerinden kan ile karışık gözyaşı dökerler. Bu tören yedi defa tekrar edilir. Sonra,
    belirli bir günde ölünün bindiği atı, eşyaları, ölü ile birlikte ateşe verilir. Külünü yılın belli bir gününde
    mezara gömerler. İlkbaharda ölenler; sonbaharda, otların ve yaprakların sarardığı zaman, kışın ve
    güzün ölenleri de; çiçekler açıldığı zaman, ilkbaharda gömerler (Divitçioğlu, 1987: 177). Göktürklere
    göre, ruh ölümsüzdür. Ölen için ağıt yakılır, tanrıya dua edilirdi. Ölüler mumyalanırdı (Tanyu, 1980:
    46). Altay çevresinde Tu-Yahtı’da açılan Göktürklere ait bir mezarda, ölünün elbisesinin üç kat olduğu
    görülmüştür (Ögel, 1991: 143).
    IX. yüzyıl Oğuz boylarının defin törenlerinin de Göktürklerin defin törenleri ile aynı olduğu
    görülür. Ölüye ceket giydirirler, kuşağını kuşandırır, yanına yayını korlar, eline de bir tahta kadeh
    tutturur, oturur halde gömerler. Ölü için kümbetler yaparlar, servetine göre at keserler, etlerini yerler,
    başlarını, derilerini, ayaklarını ve kuyruklarını sırıklara asarlar. Öldürdüğü kişi kadar ağaçtan suret
    yontarlar, mezarının üstüne bırakırlar. Atların ölüyü cennete götüreceğine, kişi suretlerinin de cennette
    ona hizmet edeceğine inanırlar (İnan, 1995: 178; Tanyu, 1980:48). Oğuz ve Kıpçak defin törenlerinde
    görülen; kurban atların derilerini sırıklara asma adeti, bugünkü Altaylılar ve Yakutların at kurban
    ederek yaptıkları törenlerde ayinin en önemli ögesini oluşturur (İnan, 1995: 179).
    Orta Asya’da Hunların ve Göktürklerin egemenliği devirlerinde, ilkel boylardan bazıları
    ölülerini tabutlara koyup ağaçlara asmışlardır. Bu adet Yakutlarda XVIII. yüzyıla kadar devam
    etmiştir (İnan, 1995: 180).
    Eski Türklerde defin törenleriyle ve ölüler kültüyle ilgili en eski tören ölü aşı denilen törendir.
    Türkler ölülerine aş vermeyi en önemli vazife saymışlardır. İlkçağlarda aş doğrudan doğruya ölüye
    verilir; yani mezarına koyulur veya dökülürmüş. Kültürlerin gelişmesiyle bu töre ölünün ruhuna
    kurban sunma şeklini almıştır. Eski Türklerin defin törenleriyle ilgili gelenekleri kamların defin
    törenlerinde korunmuştur: Ölüyü defnettikten sonra eve dönüp yemeğe, içmeye başlarlar. Sonra
    mezarın sağ tarafına ateş yakıp ölü için kesilen hayvanların kemiklerini yakarlar. Ateşe rakı serperler,
    yemek atarlar. Ateş tanrısının bu rakı ve yemekleri ölüye ulaştıracağına inanılır. Ölü aşına katılanlar
    mezarın etrafını üç defa dolaşırlar. Eve döndükten sonra yine yeme içme olur. Yemeğe başlamadan
    önce Umay anaya, evin hamisi olan ruhlara saçı saçılır (İnan, 1995: 186). Kaşgarlı Mahmut; ölüyü
    gömdükten sonra üç veya yedi güne kadar verilen bu yemeğe “yoğ” adı verilir, der (Divanü Lügat-it
    Türk Tercümesi III, Yoğ maddesi, 1985: 143).
    Yas törenlerinde kurban sunma, sadece ölüm karşısında arınma amacıyla yapılmaz. Göktürk
    toplumunda ölüm, kurban aracılığıyla, bir kut tören-şölen havasına bürünmekte, bereketin simgesi
    olmaktadır. Bu törende aynı zamanda gelecekteki evliliklerin de temeli atılır. Kızlar ve erkekler zengin
    ve süslü giysilerle mezar başına giderler. Erkek kızı beğenirse törenden sonra kızı ailesinden istetir.
    Ayrıca, komşu budunlar ölü sahibine armağanlar sunarlar. Göktürklerin yas törenleri ile ilgili bilgileri
    Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarında bulabiliriz (Divitçioğlu, 1987: 97).
    Eski Türklerde yas tutanların bağıra çağıra ağladıklarını Çin kaynaklarından öğreniyoruz.
    Orhun Yazıtları’nda da yas törenlerinde Göktürklerin; saçlarını kulaklarını keserek feryat ettikleri
    anlatılır. Oğuzların yas adetleri Dede Korkut hikayelerinde; feryat ederek ağladıkları, yüzlerini
    parçaladıkları, saçlarını yoldukları, kardeşlerin akları çıkarıp karaları giydikleri şeklinde tasvir edilir
    (İnan, 1995: 195-196).
    Türkler arasında matemlerde saç kesme adeti de görülür. Ölenin karısı veya yakını saçlarını
    keser. Çok yaygın bir adet olarak, ölünün bindiği atın kuyruğu ve yelesi kesilir. Bu adete, Eski
    Oğuzlar İslam dininin kabulünden çok sonra bile uymuşlardır (İnan,1995:198). Matem alametlerinden
    biri de elbiseyi ters giymektir. Kırgız-Kazakların bazı boylarında kadınlar ağıt söyleyip ağlarken ters
    oturup, elbiselerini de ters giyerler. Bu adet, XIV. Yüzyılda Anadolu’da da görülmüştür (İnan, 1995:
    199). Bugün Anadolu’da yağmur törenlerinde de elbiseyi ters giyme işlemini görmek mümkündür.
    2. Sihir ve Büyü
    Büyü konusunda uzun yıllar boyunca araştırmalar yürüten Frazer’e göre büyünün dayandığı
    temel düşünceler iki gruba ayrılmaktadır: Bunlardan ilki, “Benzer benzeri meydana getirir ilkesi” ,
    ikincisi ise, “Varlıklar, fiziksel temas ortadan kalktıktan sonra da uzaktan birbirlerini etkileyebilirler
    ilkesi” dir. Birinciye “homeopatik” ya da “taklit büyüsü”, ikincisine ise “kontajiyöz” ya da “temas
    büyüsü” denilmektedir. Taklit büyüsü işlemlerinde en sık görülen pratikler, yakma, kesme ve
    parçalamayla ilgilidir. En sık da ölümü üstlenen kişinin resmi ağaçtan, çamurdan, balmumundan vb.
    yapılmış figürü yakılmaktadır. Örneğin, Peru yerlileri hoşlanmadıkları ya da korktukları birinin yağ ve
    tahıldan oluşan bir karışımdan yaptıkları resmini, o kimsenin geçeceği yol üzerinde yakarlar ve buna
    da o kimsenin ruhunun yanması derler. Temas büyüsünün özünde ise, birinin saçına, tırnağına,
    kirpiğine, dişine ya da elbiselerinden bir parçaya sahip olan kişinin, o kimse üzerinde olumlu ya da
    olumsuz güçlere sahip olması yatmaktadır (Frazer, 1954, Akt. Örnek, 1988:141-144).
    Şamanizm inancına göre, Şamanların temel görevlerinin ve özelliklerinin sihirbazlık ve
    büyücülük olduğu da bilinen bir gerçektir. Bunun nedeni Ohlmarks tarafından şu şekilde
    açıklanmaktadır; Sibirya ve Orta Asya gibi iklimi sert olan yerlerde ve genellikle doğaya
    hükmedememenin ilkel insanlarda tepkilere yol açtığı görülmektedir. Bu tepkiler özellikle hassas
    bünyelerde ortaya çıkmakta ve bu kişiler sihirbaz din adamı görevini yüklenmektedir. İşte bu
    sihirbazlar böylece yerlerini Şamanlara bırakmışlardır (Ohlmarks, 1966:208-213, Akt. Ocak, 1983:98).
    Şamanlar hastaları tedavi ederken, onların kötü ruhlarla nasıl savaştıklarını ve nasıl hasta
    olduklarını temsil eden ayinler, soyut ritüeller ve simgesel işlemler yaparlar. Levi-Strauss, bu tedavi
    biçimini, köy, kabile, klan ve topluluğun önünde yapıldığı için hem hasta hem toplum hem de şaman
    açısından bir psikanaliz süreci olarak yorumlamaktadır. Şaman bir psikanalist gibi, hastalığa neden
    olan durumun yaşandığı ilk ana, yani geçmiş yaşantıya dönüp o anı tekrar yaşatarak psikolojik
    arınmayı amaçlamaktadır. Böylelikle psikolojik kökenli hastalıklar sağaltılmaktadır (Levi-Strauss,
    1993:51, Akt. Kaya, 2001:213).
    Bütün bu arkaik inanç biçimlerinin ve pratiklerinin bugün, ruhsal sorunların sağaltımı
    amacıyla kullanılan yöntemlerden biri olan “psikodrama” nın ve hem bir sağaltım aracı olan hem de
    sanatsal performansı içeren bir doğaçlama tiyatro türü olan “play-back” tiyatronun kökenine ilişkin
    ipuçları verdiği de düşünülebilir.
    Büyünün amacı olumlu da olabilir olumsuz da olabilir. Örneğin, ak büyü yağmur yağdırmak,
    ekinleri büyütmek, avı bereketli kılmak, düşmanı öldürmek gibi kötülükleri önlemek, şeytanı kovmak
    vb. sağlamak için bazı dualar okunarak yapılan uygulamalardır. Kara büyü ise, bir kimsenin başına
    felaket ya da ölüm getirmesi beklenen uygulamalara verilen addır (Tezcan, 1996:120-121).
    İnsan boyları, hayvanların insanda olmayan üstün güç ve yeteneklerinden yararlanmak için
    çeşitli yollar denemişlerdir. Özellikle de, hayvanların belli organlarının geleceği bilme gücü olduğuna
    inanmışlardır.

  3. #3

    Üyelik
    11 Temmuz 2007
    Şehir
    Ankara
    Motosikleti
    gönüller bir olsun da..
    Bu organlar, genellikle bağırsak ve kürek kemikleridir. Çin kaynaklarına göre, anası
    hastalanan Hun kralı, bağırsaklara bakarak çare arar. Attila, Fransa’da başarıyla sonuçlanmayan 451
    yılı savaşlarından önce, falcılardan savaşın sonucunu öğrenmek ister. Falcılar, kurbanların
    bağırsaklarını ve kemiklerini inceleyerek kötü haberi verirler. Mısırda Memluk Türkleri de iyi ve kötü
    olayları kürek kemiğinden öğrenirler. Cengiz Han, koyun kürek kemiğine danışmadan hiçbir sefere
    çıkmaz (Avcıoğlu, 1995:373-374).
    Günümüzde sıklıkla rastlanan, okunmuş pirinç, tuz, şeker ya da benzeri maddelerin yenilmesi,
    yutulması, muskaların giysilere iliştirilmesi, duaların yazılı olduğu kolyelerin, yüzüklerin takılması vb.
    inanmaların birer “temas büyüsü” uzantısı olabileceği de düşünülebilir.
    3. Falcılık ve Kehanet
    Falcılık Şamanizm’in başlıca ögelerinden biridir. Fal Eski Türkçe’de “ırk” kelimesiyle ifade
    edilmiştir. Bugün bu kelime “ırk bakmak” fal bakmak anlamında Anadolu’da da kullanılmaktadır.
    Falcılar, fal açmak için kullandıkları nesneye göre; yogrıncı, kumalakçı, ırımçı gibi adlar alırlar (İnan,
    1995: 151-152).
    Şamanistlerde, Müslüman Türklerden Kırgız-Kazaklarda ve Nogaylarda en meşhur fal kürek
    kemiği falıdır. Kürek kemiği falından Nogay hikaye ve destanlarında çok söz edilir. Başkurtlarda,
    Altay ve Yakut Şamanistlerinde kürek kemiği falı yaygındır. Kırgız-Kazaklar kürek kemiğine çok
    saygı gösterirler, kırmadan köpeklere atmazlar. Destan ve hikayelerinde, kürek kemiği falı motifine
    rastlanır (İnan, 1995: 153-155).
    Kürek kemiği ile fal açtırmak isteyen kişi, bir kürek kemiği bulur. Bu kemiğin kaynatılmamış
    olması gerekir. Falcı (kam) kemiği ateşte kızdırdıktan sonra, eline alıp ince tarafından tutar. Kemikte
    çizgiler, noktalar, çatlaklar belirmiştir. Falcı, bu beliren şekillere göre yorumunu yapar. Falcılık bilim
    adamları elinde gelişmiş, Arapça “ilm ül kelf” risalesine konu olmuştur. Türk göçebeleri arasında aşık
    kemiği ile fal açmak adeti de vardır. Yapılacak işin hayırlı olup olmayacağını öğrenmek için, davul
    üzerine aşık kemiği atılarak niyet tutulur (İnan, 1995: 156).
    Yakutlarda kaşık ve eldiven ile de fal açılır; yeni ev yapmak için seçilen yerde, yapılan ayin
    sırasında eldivenle fal açılır. Eldiven avuç yukarı gelinceye kadar dualarla atılır. Eldivenin düştüğü
    yere haç dikilir. Burada toplanıp ateş yakılır. Ateşe yağ, yoğurt dökerler, at yelesinden kıl koparıp
    atarlar. Daha sonra, şaman yahut evi yapacak adam kaşık alıp dua ederek kaşığı havaya fırlatır. Fal iyi
    gelirse ev sahibi kaşığı kapar, yakasına yerleştirir. Ev yapıldıktan sonra da ayin yapılır (İnan, 1995:
    117-118).
    Kırgız-Kazaklarda ve Özbeklerde yaygın fallardan biri de kumalak denilen faldır. Kumalak
    için 41 taş veya 41 nohut, fasulye veya 41 tane koyun tezeği kullanılır. Çeşitli gruplamalar yapıldıktan
    sonra yerde kalan dokuz taşa bakarak falcı, fal sahibine geleceği ile ilgili yorum yapar (İnan, 1995:
    158).
    Bir başka fal da ateş falıdır. Ateş falı; ateşin alevlerine, közlerin duruşuna, odunun ıslık
    seslerine göre geleceği keşfetmeye çalışmaktır (İnan, 1995: 159).
    4. Şekil -Don Değiştirme (Metamorphose)
    İlkel insana göre, yeryüzünde bulunan her varlık bir kuvvetin taşıyıcısıdır. Ayrıca, bir cisim
    birden fazla görünüşler altında da bulunabilir. Bununla birlikte, cisim farklı görünüşlere sahip olabilir;
    fakat bunlar geçicidir. Cismin asıl özelliği değişmez. Şekil değiştirme genellikle üstün bir güç (Allah,
    sihirbaz, cadı, evliya vb.) tarafından, ya yapılan bir iyiliğe karşılık ödül ya da kötülüğe karşı ceza
    olarak gerçekleştirilmekte idi. Türk efsane ve masallarında, şekil değiştirme motifine ilişkin olarak
    “donuna girmek” deyiminin kullanıldığı görülmektedir. Bu efsane ve masallarda sıklıkla, “geyik
    donuna girmek” ve “turna donuna girmek” ten söz edilmektedir. Genellikle don değiştirme motifi bir
    hayvanın donuna girme biçiminde görülmektedir (Boratav, 1978:109).
    Bu konuyla ilgili olarak, Kaygusuz Abdal’ın, şeyhi Abdal Musa’ya nasıl mürit olduğunu
    anlatan ve Bektaşiler arasında çok tanınan bir hikaye oldukça önemlidir. Rivayete göre, Alaiye
    Beyinin oğlu Gaybi Beğ adamlarıyla ava çıkar. Bir ara güzel bir ahu görerek adamlarından ayrılır. Bir
    süre kovaladıktan sonra ön bacağının yanından onu okla yaralamayı başarır. Fakat ahu koşmaya
    devam ederek Abdal Musa’nın tekkesinden içeri girer ve kaybolur. Dervişler ahuyu görmediklerini
    söyleyip bir de şeyhlerine başvurmasını bildirirler. Gaybi Beğ, meydan denilen salona girer ve Abdal
    Musa’yı postunda otururken bulur. Kendisine durumu anlatır. Abdal Musa cüppesini yukarı kaldırır ve
    koltuğunun altındaki oku gösterir. Şaşkına dönen Gaybi Bey, affını ve müritliğe kabulünü ister (Ocak,
    1983:155).
    Büyük Kızılbaş dedelerinden ve velilerinden sayılan Hasan Dede’nin de geyiklerle haşır neşir
    olduğu, yanına tuz alarak dağlara çekildiği ve geyiklere tuz yalattığı rivayet edilmektedir. Pir Sultan
    Abdal’ın şu dizeleri Kızılbaş dedelerinin geyiklerle olan ilişkilerini açıkça göstermektedir;
    Haberim duyarsın geyikler ile,
    Yaramı sararsın şehitler ile,
    Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile,
    Dost senin derdinden ben yana yana (Gölpınarlı-Boratav, :123).
    Ocak’a göre (1983:163), geyik, kuş ya da herhangi bir hayvanın şekline girmenin bir kısmı
    Şamanizm’den geçmiş gibi görünse de gerçekte Budizm’den geçmiş inançlardır.
    5. Tanrının İnsan Şeklinde Görünmesi
    Eski Türklerde tanrının insan şeklinde göründüğüne dair pek çok inanç vardır. Altayların Ay-
    Mangus masalında adı olmayan bir çocuğa tanrı tarafından ad konulduğu anlatılmaktadır. Çocuk,
    adının tanrı tarafından konulacağını öğrenince onu aramaya çıkar. Dolaşırken bir ara insan sesine
    benzeyen bir sesin kendisini çağırdığını duyar. Sesin geldiği yana gittiğinde, kayın ağacının yanında
    duran bir ihtiyar görür. İhtiyar çocuğa Ay-Mangus adını verir. Çocuk ihtiyarın kim olduğunu sorunca
    da şu yanıtı alır: “Ben insan değilim. Ben yaradan tanrıyım. Babasız bir insana ad verdim” (Ocak,
    1983:112).
    6. Bayram- Tören ve Ayinler
    Uraz, bayramların, salgın hastalıklar, kıtlıklar ve büyük zelzeleler sona erdiğinde, savaşlardan
    zaferle çıkıldığında, sığır denilen avlar başarıyla bittiğinde, yılbaşlarında, meyve mevsiminde ve halkı
    ilgilendiren büyük büyüler bozulduğunda yapıldığını belirtmektedir (Uraz, 1994:238).
    Altay Türklerinin tanrılar adına yaptıkları bayramların en büyüğü Ayzıt Bayramı’dır. Bu
    bayramlar iki mevsimde yapılırdı. Yazın yapılan bayram törenlerini ak şamanlar idare ederdi.
    Ormanda yapılan bu törende beyaz elbise giyilirdi. Bu törene kadınlar katılmazdı. Kışın yapılan
    bayram törenlerini ise kara şamanlar idare ederdi. Bu törende şamanlar siyah elbise giyerlerdi. Kış
    törenleri evlerde yapılır ve kadınların da katılımına açık olurdu (Uraz, 1994: 239).
    Bu bayramlardan bir diğeri ise, Üzüt Bayramı’dır. Diğer adıyla ruhlar bayramı olarak
    tanımlanmaktadır. Bedenden ayrıldıktan sonra “süne” denilen ruh, başka bir dünyaya gider. Orada
    süneyi Erlik’in bekçisi olan ölüm ruhu Aldacılar karşılar. Aldacılar her yeni ölünün çoktan ölmüş
    yakınlarından birinin ruhudur. Süne ile Aldacılar bir süre dolaşır. Çocuk Süne’si yedi, yetişkinlerin
    Süne’si kırk gün böyle dolaşır. Bu süre içinde ölü çıkan evde çeşitli tabular varlık gösterir. Bu eve
    şaman girmez. Bir hafta, ölü çıkan evden dışarıya eşya verilmez. Dışarıdan da alınmaz. Kırk gün sonra
    ölen kimsenin akrabaları “Üzüt Bayramı” yaparlar. Bu bayramda, hayvan kesilir, eti ile sofralar
    kurulur ve ihtiyarlar yüksek sesle dualar okurlar (Uraz,1994: 240-241). Altaylılara göre ölüm iki
    nedenden olur. Bunlardan biri, Erlik’ in açgözlülüğü, ikincisi ise Ülgen’le Erlik’in birlikte aldıkları
    karardır.
    Törenlerin en önemlilerinden biri ölüler için yapılandır. Ruh bedenden ayrıldıktan sonra,
    başka bir aleme gideceğinden, orada o ruhu taşıyan insanla buluşarak dünyada yaşadığı gibi
    yaşayacağına ya da ruhun başka bir bedene girerek ikinci kez dünyaya geleceğine inanılırdı. Bu
    nedenle, ölen kimse eşyalarıyla, silahları, atı ve en yakın dostları ile gömülürdü. Ölüler genellikle
    toprağa gömülürdü; fakat, ölüleri suya atan, yakan, köpeklere yediren ağır taşlar altına koyan ya da
    ağaç kavuğuna sokan boylar da bulunmakta idi. Yakutlar, ölene en iyi elbiseyi giydirir, tabutuna bir
    çakı, bir çakmak taşı, kav, yağ, et gibi öbür dünyada gerekecek eşyaları koyarlardı.
    Sümerlerin inancına göre, ruh insandan ayrılınca uçar, yeryüzünde dolaşırdı. Bu ruha
    “Edimnu” denirdi. Eğer ölü geç gömülecek olursa, Edimnu kötü ruh haline gelir, hortlayabilirdi. Bunu
    önlemek için ise, ölünün hemen gömülmesi gerekirdi (Uraz, 1994: 226-227).
    7. Tenasüh (Reincarnation, Metempsycose) İnancı
    Genel bir tanımla, öldükten sonra insanın ruhunun başka bir bedene girerek hayatını
    sürdürebilmesi olarak tanımlanabilen tenasüh inancı, eski dünyanın farklı yerlerinde farklı biçimlerde
    kabul gören bir inanç biçimidir. Bununla birlikte, insan ruhunun insana, hayvana, bitkiye veya cansız
    bir varlığa göç etmesi gibi çeşitli biçimleri olan bu inancın en hakim olduğu, en fazla işlenip geliştiği
    yer Hindistan’dır. Budizm inanışının temelini oluşturmaktadır.
    Özellikle Bektaşilikte tenasüh inancı oldukça kabul gören bir inanıştır. Örneğin, Menakıb-ı
    Hacı Bektaş Veli’de, şöyle bir menkıbe nakledilir; Hacı Bektaş’ın şeyhi Lokman-ı Perende’nin hacdan
    dönüşünü kutlamak üzere gelen Horasan erenleri, o zaman henüz çocuk olan Hacı Bektaş’ın
    kerametlerine inanmamaktadırlar. Bunun üzerine Hacı Bektaş, kendisinin aslında Hz. Ali’nin sırrı
    olduğunu söylemek zorunda kalır. Bu defa Horasan erenleri, Hz. Ali’nin biri alnında, biri avucunun
    içinde iki yeşil beni olduğunu söylerler. Hacı Bektaş, derhal alnını ve avucunu açarak yeşil benleri
    gösterir. Böylece, onun hakikaten Hz. Ali’nin sırrı olduğunu, yani Hz. Ali’nin Hacı Bektaş’ın
    bedeninde yaşadığını anlarlar (Ocak, 1983:133). Hz. Ali’nin değişik kalıplarda yaşadığını gösteren bu
    inancı vurgulayan pek çok nefes vardır. Pir Sultan Abdal’ın;
    Pir Sultan’ ım şu dünyaya
    Dolu geldim dolu benim
    Bilmeyenler bilsin beni
    Ben Ali’yim Ali benim
    Kıtaları ile Kul Hüseyin’ in
    Balım sultan gerçek sırr-ı Ali’sin,
    Müminlerin kanadısın kolusun,
    Pirim Hünkar Hacı Bektaş Veli’ sin,
    Cansız duvarları yürüten medet.
    Kıtaları da örnekler arasındadır (Gölpınarlı-Boratav: 1991:98-99).
    8. Yada Taşı ve Yağmur Tılsımları
    Avcıoğlu, yada taşının bazı hayvanların karnından ya da kafatasından yapıldığını, yağmur, kar
    yağdırma ve fırtına estirme gibi sihirli güçlerinin olduğunu belirtmiştir (Avcıoğlu, 1995:374).
    Yada taşı, Türk topluluklarında çok eski bir inanca konu olmuş bir nesnedir. Bu inanca göre,
    Türk tanrısı Türklerin en eski atasına, istendiğinde yağmur, kar ve dolu yağdıran sihirli bir taş
    armağan etmiştir. Yada, cada, yat denilen bu taşın her dönemde Türk Şamanlarının (kam) ve
    komutanlarının elinde bulunduğuna inanılır. Yakutlar yada taşına sata derler ve en kuvvetli sata taşının
    kurdun karnında bulunduğuna inanırlar. Sata taşına bir yabancının ya da bir kadının eli değdiğinde
    taşın öldüğüne inanılırdı (Örnek, 1988:162-163).
    9. Havada Uçma (Levitation)
    Bu motife ilişkin yalnızca iki menkıbe bulunmaktadır. Bunların ikisi de Vilayetname-i Sultan
    Şucauddin’dedir. Bu menkıbelerden ilkine göre, sultan bir gün müritleriyle otururken aniden vecde
    gelip herkesin gözü önünde yerden yükselmiş ve bulutların üstünde bir süre uçtuktan sonra tekrar yere
    inmiştir. İkinci menkıbede ise, Sultan Şucauddin kendisine bir koyun vermeyi reddeden sürü sahibine
    kızarak havalanıp uçmuş ve bulutlara yükselmiştir (Ocak, 1983:180).
    Bu motiflere hem Budizm hem de Şamanizm inancında rastlamaktayız. Fakat “havada uçma”
    özellikle Budizm inancında görülen mistik yöntemlerden biridir.
    Kaynakça
    Turan, Şerafettin (1994), Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınları, Ankara.
    Akarsu, Bedia (1988), Felsefe Terimleri Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, İstanbul.
    Meydan Larousse (1971), İnanç, C.6, Meydan Yayınevi, İstanbul.
    Tezcan, Mahmut (1996), Kültürel Antropoloji, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
    Avcıoğlu, Doğan (1995), Türklerin Tarihi, I. Cilt, Tekin Yayınevi, İstanbul.
    Hançerlioğlu, Orhan (1993), Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul.
    Ocak, Ahmet Yaşar (1983), Bektaşî Menakıblarında İslâm Öncesi İnanç Motifleri, Enderun Kitabevi,
    İstanbul.
    .............. (2000), Alevi-Bektaşi İnançlarının İslâm Öncesi Temelleri, İletişim Yayınları, İstanbul.
    Örnek, Sedat Veyis (1988), 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, Gerçek Yayınları,
    İstanbul.
    Uraz, Murat (1994), Türk Mitolojisi, Düşünen Adam Yayınları, İstanbul.
    Esin, Emel (1978), İslâmiyet'ten Önce Türk Kültür Tarihi ve İslâm'a Giriş, İstanbul.
    White, Brian (1993), A Five Minute to Inroduction to Budism, http://www.budha.net.
    Barthold, V. V. (1981), Moğol İstilasına Kadar Türkistan, (Hzr. Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul.
    ............ (1975), Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, Ankara.
    Ögel, Bahaeddin (1984), İslamiyet'ten önce Türk Kültür Tarihi I, Ankara.
    Güngör, Harun (2002), Eski Türklerde Din ve Düşünce, Türkler, C.3, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara.
    Kuzgun, Şaban (1993), Hazar ve Karay Türkleri, Ankara.
    İnan, Abdulkadir (1991), Makaleler ve İncelemeler, C II, Ankara.
    ............. (1995), Tarihte ve Bugün Şamanizm, TTK Yayınları, Ankara.
    Hacaloğlu, R. A. (1995), Türkmen ve Asur Kiliselerinde Okunan Türkçe İlahî Metinleri, Türk Kültürü
    Araştırma Enst. Yay., Ankara.
    Gumilev (1999), Eski Türkler, (Çev: D. Ahsen Batur), İstanbul.
    Eröz, Mehmet (1992), Eski Türk Dini ve Alevilik Bektaşilik, TDAV, İstanbul.
    Kaya, Muharrem (2001), Eski Türk İnanışlarının Türkiye’deki Halk Hekimliğindeki İzleri,
    Folklor/Edebiyat C.VII, S.25.
    Boratav, Pertev Naili, (1988), Halk Hikayeleri ve Halk Hikayeciliği, Adam Yayınları, İstanbul.
    ............. (1978), 100 Soruda Türk Halk Edebîyatı, Gerçek Yayınları, İstanbul.
    Hassan, Ümit (1986), Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler, Varlık Yayınları, Ankara.
    Eberhard, W. (1942), Çin'in Şimal Komşuları, çev: Nimet Uluğtuğ,Ankara.
    Divitçioğlu, Sencer (1987), Kök Türkler, Ada Yayınları, İstanbul.
    Tanyu, Hikmet (1980), İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, A.Ü. İlahiyat Fakültesi
    Yayınları, Ankara.
    Gölpınarlı(Abdülbaki)-Boratav (Pertev Naili),(1991)Pir Sultan Abdal,Dergah Yay. İstanbul.

    Türkçe nick dedik, Türkçeyi korumak dedik.. Gece gece esti, bilmeyenler belki tenezzül eder okur diye paylaşayım dedim birşeyleri.

    ---------- Mesaj ekleme zamanı: 03:32 ---------- İlk mesajı ekleme zamanı 03:29 ----------


    http://www.turkvedunyatarihi.com/kat...ve-inanis.html


    buda başka bir kaynak..

    Eski Türk Dini
    Orta Asya’daki Türk topluluklarının tslamiyetten önceki dini, GökTann dini idi. Türkler yeri ve göğü yaratan tek ve büyük bir yaratıcının varlığına inanıyorlardı. Gök ve yer birbirine bağlı kutsal birer varlık kabul ediliyordu.

    Türkler göğe “Tanrı” veya “Tengri” diyorlardı. Genellikle göğü mavi rengi ile birlikte niteleyerek Kök Tengri yani mavi gök diye ifade ediyorlardı. Gökleri ve yerleri yaratan yüce Tann ile maddi bir varlık olan gök için aynı deyimleri kullanıyorlardı. Güneş, ay ve yıldızlann bulunduğu göklerin hepsi, ayn birer gök olarak düşünülüyordu. Yeri ve göğü yaratan, bir ve büyük yaratıcı bütün göklerin üstünde oturuyordu. Göklerin hepsi “Tengri” sözü ile söyleniyordu.

    Türkler gökten başka, tabiattaki dağ, tepe, kaya, vadi, ırmak, su kaynağı, mağara, ağaç, orman, göl, deniz, demir vb. kuvvetlerin varlığına ve bunlann birer ruh olduğuna inanıyorlardı.Türklerde, totemcilik inanışının gerekleri olan ana hukuku, mülkiyet ortaklığı, asalak ekonomi, her klana ait ayrı totem, mana ve kutsal ruhun ölmezliğine inanma hususları görülmemektedir.

    Çünkü Türklerde baba hukuku, ferdi mülkiyet, kan akrabalığı, hayvan yetiştiriciliği ve tanma dayanan ekonomi, mana anlayışının bulunmayışı ve ruhun ebedi oluşu husustan bulunmaktadır. Bu durum, Türk dininde totemizmin bulunmadığını gösterir.GökTann dini, disiplinli bir yaşayış ve toplum düzeninden kaynaklanarak Tek Tanrı düşüncesine ulaşmıştır. Gök dini, inanç unsurlarıyla birlikte Çinliler üzerinde büyük ölçüde etkili olmuştur.

    GÖK-TANRI Dininin Özellikleri
    GökTann dininin esaslarını Orhun Kitabeleri’nden, Çin kaynaklarından, diğer Türk ve yabancı kaynaklı belgelerden öğrenmek mümkün olmaktadır.

    Asya Hun Şanyü’sü Mete M.Ö. 176′da Çin imparatoruna gönderdiği mektupta, kendisinin Tann tarafından tahta çıkanldığını ve yaptığı savaşlan Gök Tanrı’nın inayeti üe kazandığını belirtmiştir. Çinlilerin kurduğu tuzaktan kurtulan Şanyü KünÇin (M.Ö. 160126) “Tanrı takdir buyurduğu için kendisini koruduğunu ve başarısının Tanrı’nın işi” olduğunu açıklamıştır.

    Hunlar, Tabgaçlar ve Göktürkler atalarının ruhlannı ve onlann hatıralannı kutlu sayarlardı. Kutsal mağaralar önünde atalarının ruhlarına kurbanlar sunarlardı. Bizans’ın Margos piskoposu tarafından Türk mezarlannın soyulması üzerine Attila, Bizans üzerine birinci Balkan seferini düzenlemişti. Benzer bir olaydan ötürü, Asya Hun Şanyü’sü (M.Ö. 79) Moğollar ile savaşmıştı.

    Türk mezarlanna Moğolların ve Bizanslıların saldırmalan ve hırsızlık yapmalarının sebebi, Türklerin ölülerini, silahlan, kıymetli eşyalan, tam teçhizatlı atlan ve mücevherleriyle birlikte gömmeleri idi. Türkler, ruhun ölmediğine ve öbür dünyada hayatın devam ettiğine inanıyorlardı. Bu sebeple ölüyü eşyalan ve atlanyla birlikte gömüyorlardı.

    Türkler iyi ve fena ruhların yanında fal ve büyüye de inanıyorlardı. Ölüleri, kötü ruhlardan temizlenmesi için uzun süre bekletiyorlardı. Kokmasmı önlemek için cesetleri mumyalıyorlardı. Ölü gömme törenine “yuğ” adı veriliyordu.Hun, Göktürk ve Uygurlar otlann yeşerdiği, atlann semirdiği, taylann doğduğu ilkbaharda, beşinci ayda, dini bir toplantı yapıyorlardı.

    Hükümdarın başkanlığındaki bu toplantıya 24 boy başkanı, komutan ve diğer devlet görevlileri katılıyordu. Burada (Hunlarda Ongin Nehri/Karakurum bölgesi, Göktürk ve Uygurlarda Tanm Irmağı kaynağı) insan ve hayvan sayımı yapılır; atalann ruhlan için, attan, koyun ve sığırdan kurbanlar kesilir ve atlı oyunlar oynanırdı. Bu toplantılardan biri sonbaharda, diğeri de yılın ilk ayında hükümdarın sarayında yapılırdı.

    Göktürkler, ilkbahar toplantısında kağan başkanlığında ülke ileri gelenlerinin katıldığı büyük törenler düzenlerlerdi. Bu törenlerde de ata mağarasında Tann’ya ve atalanna kurban sunarlardı. Tabgaçlarda ise ilkbahar ve sonbahar toplantılarında atalara kurban sunulur, taşev içinde kurban kesildikten sonra, civara kayın ağaçlan dikilirdi. Bunlardan kuüu (iduk) ormanlar meydana geliyordu.

    Kamlar
    Türk din adamlarına kam deniliyordu. Kamlar fala bakarlar, büyü yaparlar ve gelecekten haber verirlerdi. Aynı zamanda doktorluk da yapıyorlardı. İslamiyet devrinde kamlar, tabiplere kuvvetli bir rakip olmuşlardır. Özel kıyafetlere sahiptiler, def veya davullan bulunuyordu. Büyük ayinleri kamlar yapar, bu ayinlerde def veya davul çalarak raks ederlerdi. Raks ederken vecd halinde ruhun göklere çıktığına ve yer altına inip cehennemleri gördüğüne inanılırdı. Kamlann sözlerine kağanlar büyük değer verirlerdi. Bütün bu özelliklerine ve büyük etkisine rağmen kamlar hiçbir zaman imtiyazlı bir duruma gelmemişler, devlet yönetimine katılmamışlardır.

    Göktürklerde Tanrı ve Kainat Anlayışı
    Türkler göğe Tengri diyorlardı. Fakat göğü yaratan kutsal ve yüce bir gücün varlığına inanıyorlar, bu güce de Tengri/Tann diyorlardı. Göktürk Kitabeleri’ndeki; “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında; ikisi arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerine de atalarım BuminKağan, İstemi Kağan, Kağan olarak oturmuşlardır.” sözleri gök, yer ve insanın yaratılışını anlatmaktadır.

    Göktürkler, gök ve yerin üst üste gelen birçok katlardan meydana geldiklerine inanıyorlardı. Kainat yedi kat gök ve yedi kat yerden meydana geliyordu. Yedi kat gök aydınlıklar dünyası, yedi kat yer de karanlıklar dünyası olarak kabul ediliyordu. Gök ile yer arasında, insanların yaşadığı yeryüzü bulunuyordu. Göğün en üst katında bütün kainatm sahibi ve yaratıcısı Tann oturuyordu. Kainat bir ve kutsal olan Tann’ya itaat ediyordu.

    Göktürkler devrinde çocuklan koruyan Umay Ana ve YerSular iduk (kutlu) sayılıyorlardı. Orhun Kitabeleri’nde Bilge Kağan: “Babam hakan öldüğü vakit küçük kardeşim Kül Tegin yedi yaşında idi. Umay gibi anam hatun sayesinde küçük kardeşim Kül Tegin erkahraman adını aldı ” demekte ve anasını, çocuklan koruyan Umay’a benzetmektedir.

    Yer (dağ, kaya, ağaç, orman …) ve su (ırmak, göl, pınar, dere…) tabiat varlıklan olarak iduk (kutlu) sayılıyor ve bunlara iduk yersu deniyordu. Buralarda Tann’ya dua edip kurbanlar kesiyorlardı. Kutlu yersularda iyi ruhların oturduklanna inanıyorlar ve buralan titizlikle koruyorlardı. Bu durum Türklerde vatan duygusunun yerleşip güçlenmesine sebep oluyordu.

    Tonyukuk Kitabesi’nde: “Göktürk vatanına saldıran düşmanlar, Umay ve yersu ruhlarının yardımıyla gafil avlanarak basılmışlardır” denilerek, vatanın korunmasında yersu ruhlannın rolü belirtilmektedir (iduk ötüken ve Tamgı iduk baş adlannda iki yersudan bahsedilmektedir. Bunlardan birincisi devlet merkezi diğeri ise Tanm suyunun kaynağıdır).

    Göktürkler, kainatm yaratıcısına Türk Tannsı (Türk Tengrisi) adını vererek onu “milli” hale getirmişlerdi. Göktürklerin devlet kurması, Tann’nın isteği ve izni ile olmuştu. Göktürk hükümdan, Türklere Tann tarafından verilmişti. Tann, Türklerin hayatı ile ilgilenen ulu bir varlık olarak düşünülüyordu. Tann’yı ulu varlık anlamına gelen İdi (Sahip), Bayat(Kadim), Oğan (Kaadir) ve Ulu Yaratgan (yaradan) sözleri ile ifade ediyorlardı. Şeytan (yek) ve cinin (çivi) varlığını kabul ediyorlardı, iyilerin uçmak (cennet), kötülerin tamuya (cehennem) gideceklerine ve Uluğ sagışa (kıyamet günü) inanıyorlardı.

    Yuğ ve Kurban Törenleri
    Göktürkler ölümü, uça barmak (uçarak gitme) sözü ile ifade ediyorlardı, ölen kimsenin ruhunun uçarak Tann katma gittiğine inanıyorlardı.Ölen kimsenin cesedi bir çadıra konur, önce yalan akrabaları attan ve diğer hayvanlardan kurbanlar keserek çadırın önüne dizerlerdi.

    Bundan sonra ağlayıcılar, matemcilerle birlikte atlara binerler ve çadınn etrafında yedi defa dönerlerdi. Atlarını yorarlar, kaygı onlan zayıflatır, yüzleri sararırdı. Kanlı göz yaşı dökerek ağlaşırlar, yakalannı yırtar, saçlarını yolarlar, yüzlerini ve kulaklarını bıçakla çizerek kanatırlar; yüksek sesle sesleri kısılıncaya kadar ağlarlardı.

    Cenaze töreni ölümden hemen sonra yapılmaz, ceset mumyalanarak bir süre bekletilirdi, ölüyü gömmek için uğurlu bir gün beklenir, gömdükten sonra Yuğ (cenaze töreni, matem töreni) yapılırdı, ölünün silahlan, değerli eşyaları, kurban edilen atının cesedi ile birlikte mezara konurdu, öbür dünyada hayatın devam ettiğine inanan Türkler, ölenin hizmetini görmesi için, hayatta iken öldürdüğü kişilerin taştan heykellerini yaparlar ve mezarının çevresine dikerlerdi. Bu taştan heykellere balbal denirdi.

    Kurban töreninde, kurbanlık at boğularak öldürülürdü. Kurban edilen at ve diğer hayvanların başlarım bir sırığın ucuna takarlardı. Kurbanın eti ve kemiği ayrılır, iki görevli eti pişirirken kam, dualar okurdu. Bundan sonra yuğ törenine katılanlara kurban eti ile ziyafet (ölü aşı) verilirdi.Türk kağanlarının cenaze töreni, milletlerarası nitelik taşırdı. Halk kafilelerinin, ordunun ve yabancı elçilerin bir geçidi biçiminde yapılırdı. İstemi Kağan ile KülTegin’in cenaze törenine değişik milletlerden elçiler gelmişti. Türk kağanları için her millet özel ağlayıcılar gönderirdi.

    Göktanrı Dininden Kalma Gelenekler
    Türkler elde ettikleri buğday, dan, et, süt gibi ürünleri, iduk (kutlu) saydıklan yersu ruhları adına, belirli yerlere atarlardı. Buna saçı denirdi. Bugün, Anadolu’da yeni evlenen çiftlerin üzerine para, buğday, kuru üzüm vb. nesnelerin atılmasına da saçı denilmektedir. Günümüz Türkçesindeki darısı başına deyimi yersu ruhlarım memnun etmekten kaynaklanan eski Türk geleneğinin canlı bir hatırasıdır.

    Aynca, yersu ruhlanm Türk yurdunun koruyucusu sayarlardı. Bu ruhların yardımlarını istemek ve zararlarından korunmak için kurbanlar sunarlardı. Ağaçlara ve çalılara kurban niyetiyle çaput (paçavra), bir tutam at kılı bağlarlardı. Bugün de yurdumuzda ağaçlara, türbe ve mezarlara çaput bağlama adeti devam etmektedir. Saçı saçma ve paçavra bağlama gibi batıl inanışlar GökTann dininin kalıntılandır.

    Kırgız ve Yakut Türklerindeki ağaç kültürü, Hristiyanlar tarafından Noel ağacı geleneği olarak kabul edilmiş olup halen devam etmektedir. At nalını uğurlu saymak, mavi boncuk ve nazarlıklar gibi benzeri inanışlar halen mevcuttur. Bugün de bazı nesneler uğurlu ve uğursuz sayılmaktadır. Kişi uğurlu saydığı eşyayı boynuna asmakta veya yanında taşımaktadır. Bunlar bir taş parçası, bir bitki, mavi boncuk, bir böcek, kurt dişi, köpek dişi, ayı veya kartal tırnağı olabilmektedir. Bunlara tılsım diyoruz.

    Türkler, ölen atalarının ruhlannın çadırın kapısı eşiğinde bulunduğuna ve kendilerini kötülüklerden koruması için Tanrı’ya yalvardığma inanırlar; giriş ve çıkışlannda kapı eşiğine basmazlardı. Bugün de Anadolumuzun birçok yerinde kapı eşiği kutsal sayılmakta ve kapı eşiğine basmamaya dikkat edilmektedir,
    Kadınların ve çocuklann koruyucusu Umay Ana, bugün çocuklan korkutmakla görevli umacı kavramına dönüşmüştür. Bugün, ölen bir kimsenin evine komşu ve akrabalan yemek götürürler.

    Bu gelenek yuğ töreninden sonra verilen ziyafetin (ölü aşının) yeni bir şekle dönüşmüş olan devamıdır. Türkler islamiyete uygun adetlerini İslam dini ile güzel bir şekilde kaynaştınp devam ettirmektedirler. Ölü evine yemek götürmekle yakınını kaybeden ailenin acısına ortak olunmakta, dargın olanlar barışmakta ve karşılıklı sosyal yardımlaşma yapılmaktadır. Yemekten önce ve sonra dua edildiğinden, bu adetin islamiyete uyumu başardı bir şekilde sağlanmıştır.

    Uygurlarda Din ve İnanışlar
    Uygurlar da Hunlar ve Göktürkler gibi GökTann dinine inanıyorlardı. Uygur hakanı Böğü Kağan 763′de Soğdlu rahiplerin etkisiyle Mani dinini kabul etti. Böylece Uygurlar ile Türkler ilk defa başka bir dine girmiş oldular.

    Manikhe (215276) adlı bir İranlının kurduğu Maniheizm; Hristiyanlık, Zerdüştlik ve Budizm dinlerinin karışmasından meydana gelmiştir. Uygurlar, Mani dini ile birlikte bu dinin yayınlan olan Soğdluların alfabelerini de almışlardır. Soğd yazısı ile milli bir alfabe geliştirerek Türk edebiyatının ilk eserlerini vermişlerdir.

    Maniheizmin kuralları, Türklerin yaşayış ve geleneklerine zıt bir durumda idi. Mani dininin Türklerin milli karakterlerine etkileri olmamıştır. Çünkü, Uygurlar bu dinin emirlerini kendi yaşayışlarına göre değiştirip uygulamışlardır.Mani dini şehirli ve tüccar dini idi. Bu sebeple, Türklerin yerleşik hayatı seçmesine ve savaşçılık özelliklerini kaybetmesine sebep olmuştur.

    Uygurlar, bu dinin etkisiyle edebiyat, sanat ve medeniyet alanında büyük eserler vermişlerdir. Hatta kendilerinden sonra gelen pek çok devlete medeniyet hocalığı (Moğollar başta olmak üzere) yapmışlardır.
    Mani dinine göre, bir gün yalnız akşamlan yemek yenebilirdi. Hayvani gıdalar yasaktı. Mani dini ile Türk kağanlarının unvanlarına Ay kavramı eklenmiştir (Ay Tengri’de Kut Bulmış Külüg Bilge Kağan).

    Türkçe, Çince ve Sogdça yazılan Karabalgasun Kitabesi; Mani dini ile “vahşi adetleri olan ve kan seline boğulmuş bu ülkenin sebzeyle beslenilen bir ülke haline geldiğini; insanların öldürüldüğü bu yerin iyilik yapmanın teşvik edildiği bir yer haline geldiğini” belirtmektedir.

    Kırgızlann istilasından sonra (840), Doğu Türkistan’a yerleşen Uygurlar (San), Buda dinini benimseyerek Budist olmuşlardır. Mani ve Buda dinini kabul eden Uygurların savaşçılık ruhlannm zayıfladığı bazı tarihçiler tarafından ileri sürülmektedir. Böyle olmasına rağmen Uygurlar, kendi ülkelerini koruyacak askeri kuvvete her zaman sahip olmuşlardır.

    Hazarlarda Din ve İnanışlar
    Hazar Türkleri de önceleri tamamen GökTann dininde idiler. Hazar Hakanlığı, bulunduğu yer bakımından doğulu ve batılı milletlerden ticaret ve sanat erbabının kaynaştığı bir ülke idi (Göktürk, Sasani, Arap, Bizans, İbrani). Milletlerarası ilişkiler sonucunda ülkede İslamlık, Hristiyanlık ve Musevilik kabul edilmiş ve yayılmıştır. Çeşitli dinlere inananlar, bir vicdan hürriyeti içinde kendi dininin ibadetlerini yerine getiriyorlardı.

    Hazar kağanı başta olmak üzere, devlet büyükleri ve saray çevresi mensuplan (VIII. yüzyılın sonlannda), Museviliğin Karaim mezhebini kabul ettiler. Bizans’taki baskıdan kaçan birçok Yahudi de Hazar ülkesine gelip yerleşti. Hazar ülkesindeki geniş din ve vicdan hürriyeti her çeşit kavmin yerleşmesine ve ticaret yapmasına imkan veriyordu.

    İslamiyet (IX. yüzyıl ortalarında), Harezmlilerle Hazar ülkesine girmiş ve yayılmıştır. Ortodoks Hristiyanlık da Bizanslılarla münasebet sonucu ülkeye girmiş ve yayılmıştır. GökTann dini, İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik yan yana yaşama imkanı bulmuştur. Hazar şehirlerinde camiler, kiliseler ve sinagoglar yan yana yer almıştır.

    Hristiyanlık ve Musevilik dinleri, Türk nüfusunun çoğunluğu meydana getirdiği yerlerde, Türkler üzerinde olumsuz etkilerini gösterememiştir. Fakat Türk nüfusun çoğunlukta olmadığı yerlerde, Türklerin milli benliklerini kaybetmelerinde tesirli olmuştur. Doğu Avrupa’da ve Balkanlar’da Hazarlar, Peçenekler, Uzlar, Kumanlar ve Bulgarlar; Orta Avrupa’da Macarlar Hristiyanlık dinini kabul ettiler.

    Hristiyanhgı kabul eden Türkler, milli benliklerini de kaybederek Slavlaştılar. Bunların içinde Islamiyeti kabul eden Türkler (Kama Bulgarları, Türkiye Türkleri) milli varlıklarını devam ettirmişlerdir. İslamiyet, Türklerin inanç ve milli karakterlerine uygun bir din olması sebebiyle Türkler arasında yayılmış ve Türk dünyasını takviye eden bir din olmuştur.

    kırmızı kısım ayrı bir tartışma konusu, fazlaca derin bilgi gerektiriyor..

  4. #4
    Motosiklet Eğitmeni COQ - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    27 Ocak 2008
    Şehir
    France
    Motosikleti
    Honda
    Asfalt melegi bu kafayla onca satirdan bisey anlamayacagim için okumaya kalkismadim.
    Yarin hala bu topic sag salim yerindeyse bastan son a okuyacagim.
    Uçurulursa, senden dokumanlari ozel olarak isteyecegim.
    Neden diye sorarsan az sonra yazacaklarim muhtemelen tartisma baslatacak sonu da Allah bilir nereye varir.

    Son satirda kirmizi ile isaretledigin yer var ya.
    Ben oraya katilmiyorum.
    Bence Islam dini Türk milletine uygun bir din degil.
    Ya da uygun degil demiyeyim de tam olarak oturmuyor.
    Zaten oyle olsaydi, biz bu kadar kendimize uydurmazdik.
    O zamanki yöneticiler hadi bakalim biz müslüman oluyoruz demisler, toplumda söz dinlemis müslüman olmus.
    Olmus ama ne bi daha islam dini eskisi gibi kalmis, ne de toplum bu dinin gereklerini yerine getirmis.
    Bünye kabul etmiyor çünkü.
    Simdi bazilari hemen isin sebebini laiklige vuracaklar ama biz onun Osmanli zamanini da biliriz.
    Bu sadece Türk toplumu için de geçerli degil.
    Her toplumun yasam tarzina uygun bir hale getirilmis islam dini.
    Nasil diye soracak olursan, mezheplere bak der geçerim.

    Yani bugün yasanilan türban, laiklik vs. tartismalarinin odak noktasi bu bünye meselesidir.
    Aslinda toplumun bünyesi kabul etmemektedir.
    Fakat Türk toplumu akillidir da.
    Ulem bi de yazilan hersey dogruysa!
    diye dusunur ve ufak tefek ritüelleri yerine getirir.
    Bakiniz cuma aksami içmeyen insan.
    Cumaya giden adam.
    teraviye giden adam.
    ramazan da oruç tutan insan.
    kurban kesen insan.
    mini etek giyip, mevlutte basini orten kadin.
    arabayi çalistirirken besmele çekip, yol boyunca diger araç sahiplerine küfûr eden sürücü.
    çalistigi tv kanalinin gaziyla umreye giden ve orada vahiy gelip, hidayete eren, basini örten spiker.
    Basörtüsünü bayrak yapip, ayinlerine katildigi seyh ile zina yapan kadin.
    belediye baskanligi maasiyla ülkenin en buyuk sirketlerinden birine ortak olup, sonra o ülkeyi yönetmeye baslayinca ogluna gemicik alan ve 5 vakit namazini kaçirmayan insan.
    Daha sayayim mi?

    Yani alintiyi yaptigin her kimse çok ugrasmis ama bosa ugrasmis.


    Not Mesajı: Simdi bu yazdiklarimi okuyup celallenecek arkadaslar olacak.
    Verdigin kötü örnekler islami anlatmaz gerçek islam bu degil diyecekler. Tabiki bu degil.Zaten burada islami degil, Türk toplumunu anlatiyoruz.Yani yazdiklarimi yargilayacak arkadaslar, topluma soyle bir disaridan bakip öyle yargilarlarsa sevinirim.


    Yani isin asli bizde inanç var ama bu inaci kendi yasam biçimimize uydurarak yasiyoruz.
    Yarin birisi çikip ispatlasin yok aslinda islam diye bisey, Muhammed diye biri aslinda hiç yasamadi, ya da Kuran'i kendi yazdi diye.
    Sen ertesi gun seyret bu milleti.
    Küçük hırsız el feneri, büyük hırsız deniz feneri kullanır.
    Ancak her ikisininde çalışması için ampul gerekir.(Cosinus)

  5. #5
    alix35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    14 Ağustos 2008
    Şehir
    izmir karşıyaka
    Motosikleti
    sattım düğünden sonra bakıcam
    arkadaşlar, islami konularda neden bukadar farklı düşünceleri savunursunuz anlamam..islamiyetten önce mekke ve medine de içki içen zina edern çoktu..Allah c.c efendiler efendisini peygamber efendimizi elçi olarak gönderdiğinde herşey vahiy ile yasak, haram helal diye zaten anlatıldı, ayetler indirdi allah c.c ve müslümanlar haram kılınan şeylere ellerini uzatmadılar evlerindeki şarapları sokaklara döktüler..islamiyetten önce kim neye inanmışsa ona sıkıca bağlandı kimisi puta taptı kimi güneşe,kimisi de inek vs. vs....şimdi ise islamiyet önü engellenemez bi yükselişte ve dünyanın heryerini islamiyet götürülüyor sonra vatanımız sevdiriliyor ve sonra da o kapkara tenli ama yürekleri apak çocuklara istikla marşımız öğretiliyor atatürk öğretiliyor ve biz bununla gurur duyuyoruz..bırakalım eleştirileri islamiyet öncesini şimdiye bakalım da bizlerinde bu gelişmelerde katkısı olsun.bu dünyayı türkler değil islamiyet kurtarır allah sevgisi ile yetiştirilen nesiller kurtatır...türklük bi kimliktir,hristiyan olupta dinine bağlı olanları görüyoruz kiliseden çıkmıyorlar.Düğünleri bile kilisede oluyor, bizde camide düğün yapana gerici diyorlar..yani biz önce kendimize ne kadar müslümanız diye soralım zaten gerisi gelir...öldüğümüz zaman bize türk müsün denmiyece men rabbüke denecek rabbin kim??? ne diyeceğiz ...kimin ümmetisin denecek? yüzümüz tuttacak mı EFENDİLER EFENDİSİNİN adını söylerken ilk defa...önce islamı kavrayalım arkasından zaten türk olarak gurur duyulacak işleri yaparız....saygılar..
    başkasının ayıbını ört ki; bi başkası da senin ayıbını örtsün...

  6. #6

    Üyelik
    11 Temmuz 2007
    Şehir
    Ankara
    Motosikleti
    gönüller bir olsun da..
    Alıntı coq adlı üyeden alıntı Mesajı göster
    Asfalt melegi bu kafayla onca satirdan bisey anlamayacagim için okumaya kalkismadim.
    Yarin hala bu topic sag salim yerindeyse bastan son a okuyacagim.
    Uçurulursa, senden dokumanlari ozel olarak isteyecegim.
    Neden diye sorarsan az sonra yazacaklarim muhtemelen tartisma baslatacak sonu da Allah bilir nereye varir.

    Son satirda kirmizi ile isaretledigin yer var ya.
    Ben oraya katilmiyorum.
    Bence Islam dini Türk milletine uygun bir din degil.
    Ya da uygun degil demiyeyim de tam olarak oturmuyor.
    Zaten oyle olsaydi, biz bu kadar kendimize uydurmazdik.
    O zamanki yöneticiler hadi bakalim biz müslüman oluyoruz demisler, toplumda söz dinlemis müslüman olmus.
    Olmus ama ne bi daha islam dini eskisi gibi kalmis, ne de toplum bu dinin gereklerini yerine getirmis.
    Bünye kabul etmiyor çünkü.
    Simdi bazilari hemen isin sebebini laiklige vuracaklar ama biz onun Osmanli zamanini da biliriz.
    Bu sadece Türk toplumu için de geçerli degil.
    Her toplumun yasam tarzina uygun bir hale getirilmis islam dini.
    Nasil diye soracak olursan, mezheplere bak der geçerim.

    Yani bugün yasanilan türban, laiklik vs. tartismalarinin odak noktasi bu bünye meselesidir.
    Aslinda toplumun bünyesi kabul etmemektedir.
    Fakat Türk toplumu akillidir da.
    Ulem bi de yazilan hersey dogruysa!
    diye dusunur ve ufak tefek ritüelleri yerine getirir.
    Bakiniz cuma aksami içmeyen insan.
    Cumaya giden adam.
    teraviye giden adam.
    ramazan da oruç tutan insan.
    kurban kesen insan.
    mini etek giyip, mevlutte basini orten kadin.
    arabayi çalistirirken besmele çekip, yol boyunca diger araç sahiplerine küfûr eden sürücü.
    çalistigi tv kanalinin gaziyla umreye giden ve orada vahiy gelip, hidayete eren, basini örten spiker.
    Basörtüsünü bayrak yapip, ayinlerine katildigi seyh ile zina yapan kadin.
    belediye baskanligi maasiyla ülkenin en buyuk sirketlerinden birine ortak olup, sonra o ülkeyi yönetmeye baslayinca ogluna gemicik alan ve 5 vakit namazini kaçirmayan insan.
    Daha sayayim mi?

    Yani alintiyi yaptigin her kimse çok ugrasmis ama bosa ugrasmis.


    Not Mesajı: Simdi bu yazdiklarimi okuyup celallenecek arkadaslar olacak.
    Verdigin kötü örnekler islami anlatmaz gerçek islam bu degil diyecekler. Tabiki bu degil.Zaten burada islami degil, Türk toplumunu anlatiyoruz.Yani yazdiklarimi yargilayacak arkadaslar, topluma soyle bir disaridan bakip öyle yargilarlarsa sevinirim.


    Yani isin asli bizde inanç var ama bu inaci kendi yasam biçimimize uydurarak yasiyoruz.
    Yarin birisi çikip ispatlasin yok aslinda islam diye bisey, Muhammed diye biri aslinda hiç yasamadi, ya da Kuran'i kendi yazdi diye.
    Sen ertesi gun seyret bu milleti.
    Kırmızı yer biraz daha derin bilgi gerektiriyor demiştim. Oldukça zor kabul edildi İslam dini.

  7. #7

    Üyelik
    12 Mayıs 2007
    Şehir
    İzmir
    Motosikleti
    Dream Rider
    Alıntı alix35 adlı üyeden alıntı Mesajı göster
    arkadaşlar, islami konularda neden bukadar farklı düşünceleri savunursunuz anlamam..islamiyetten önce mekke ve medine de içki içen zina edern çoktu..Allah c.c efendiler efendisini peygamber efendimizi elçi olarak gönderdiğinde herşey vahiy ile yasak, haram helal diye zaten anlatıldı, ayetler indirdi allah c.c ve müslümanlar haram kılınan şeylere ellerini uzatmadılar evlerindeki şarapları sokaklara döktüler..islamiyetten önce kim neye inanmışsa ona sıkıca bağlandı kimisi puta taptı kimi güneşe,kimisi de inek vs. vs....şimdi ise islamiyet önü engellenemez bi yükselişte ve dünyanın heryerini islamiyet götürülüyor sonra vatanımız sevdiriliyor ve sonra da o kapkara tenli ama yürekleri apak çocuklara istikla marşımız öğretiliyor atatürk öğretiliyor ve biz bununla gurur duyuyoruz..bırakalım eleştirileri islamiyet öncesini şimdiye bakalım da bizlerinde bu gelişmelerde katkısı olsun.bu dünyayı türkler değil islamiyet kurtarır allah sevgisi ile yetiştirilen nesiller kurtatır...türklük bi kimliktir,hristiyan olupta dinine bağlı olanları görüyoruz kiliseden çıkmıyorlar.Düğünleri bile kilisede oluyor, bizde camide düğün yapana gerici diyorlar..yani biz önce kendimize ne kadar müslümanız diye soralım zaten gerisi gelir...öldüğümüz zaman bize türk müsün denmiyece men rabbüke denecek rabbin kim??? ne diyeceğiz ...kimin ümmetisin denecek? yüzümüz tuttacak mı EFENDİLER EFENDİSİNİN adını söylerken ilk defa...önce islamı kavrayalım arkasından zaten türk olarak gurur duyulacak işleri yaparız....saygılar..
    Tabi tabi. Bu kapkara tenli çocuklara eğitim veren okulların sahibi zatın okullarının türk-i cumhuriyetlerde, rusya da ve bir ton yerde amerikan ajanlığı ve misyonerlik yaptığı gerekçesi ile kapatıldı ve öğretmenleri de sınır dışı edildi biliyorsun değil mi ? F tipi yapılanma buralara kadar girmiş ya vay halimize

  8. #8

    Üyelik
    11 Temmuz 2007
    Şehir
    Ankara
    Motosikleti
    gönüller bir olsun da..
    Hayır arkadaşlar.. Ben bunları tartışma çıksın diye paylaşmadım.

    Yeri geldiğinde hepimiz ermeniyiz, hepimiz bilmemneyiz diye sokağa dökülmeyi biliyoruz. Biraz da gerçekte biz neyiz bilgimiz olsun istedim. Keşke daha düzgün bir şekilde aktarabilseydim cümlelerin bitişikliği insanın kafasını döndürebilir, tek üzüntüm bu. Ama burada birbirimizle tartışırsak işte asıl o zaman üzülürüm.

    Evet ben türk evladıyım. Evet daha suratıma ilk bakışta etnik kökenim belli oluyor. Evet gururla taşıdığım bir kanım var, dünya üzerindeki her milletin ferdinin olması gerektiği gibi.. Ama cesareti, devlet yıkıp devlet kurmasıyla, özgürlüğüne düşkünlüğü ile, misafirperverliği ve yardımseverliği ile, yalan bilmezliği ile, mertliği ile ünlü böyle bir ırkın kanını taşıyor olmak beni daha da çok mutlu ediyor (DEVLET YIKIP KURMASI DEĞİL ).

    Ama bir dostum var, içimde taşıdığım bir inancım; beni iyilikte bulunmaya sevkeden, doğru bildiğim şekilde davranırken daha az korkmamı çoğu zaman korkmamamı sağlayan bir inancım var. Ben bir yaratıcıya, Rabbe inanıyorum ve Hz. Muhammedin o yaratıcının elçisi olduğuna inanıyorum. Aklımı, fikrimi, vicdanımı hür tutmaya çalışıyorum.

  9. #9

    Üyelik
    29 Aralık 2009
    Şehir
    Blacksea
    Alıntı asfalt meleği adlı üyeden alıntı Mesajı göster
    Hayır arkadaşlar.. Ben bunları tartışma çıksın diye paylaşmadım.

    Yeri geldiğinde hepimiz ermeniyiz, hepimiz bilmemneyiz diye sokağa dökülmeyi biliyoruz. Biraz da gerçekte biz neyiz bilgimiz olsun istedim. Keşke daha düzgün bir şekilde aktarabilseydim cümlelerin bitişikliği insanın kafasını döndürebilir, tek üzüntüm bu. Ama burada birbirimizle tartışırsak işte asıl o zaman üzülürüm.

    Evet ben türk evladıyım. Evet daha suratıma ilk bakışta etnik kökenim belli oluyor. Evet gururla taşıdığım bir kanım var, dünya üzerindeki her milletin ferdinin olması gerektiği gibi.. Ama cesareti, devlet yıkıp devlet kurmasıyla, özgürlüğüne düşkünlüğü ile, misafirperverliği ve yardımseverliği ile, yalan bilmezliği ile, mertliği ile ünlü böyle bir ırkın kanını taşıyor olmak beni daha da çok mutlu ediyor (DEVLET YIKIP KURMASI DEĞİL ).

    Ama bir dostum var, içimde taşıdığım bir inancım; beni iyilikte bulunmaya sevkeden, doğru bildiğim şekilde davranırken daha az korkmamı çoğu zaman korkmamamı sağlayan bir inancım var. Ben bir yaratıcıya, Rabbe inanıyorum ve Hz. Muhammedin o yaratıcının elçisi olduğuna inanıyorum. Aklımı, fikrimi, vicdanımı hür tutmaya çalışıyorum.

    ''asfalt meleği'' yazdığın yazı ve paylaşımın için

    ---------- Mesaj ekleme zamanı: 20:55 ---------- İlk mesajı ekleme zamanı 20:49 ----------

    Alıntı coq adlı üyeden alıntı Mesajı göster
    Asfalt melegi bu kafayla onca satirdan bisey anlamayacagim için okumaya kalkismadim.
    Yarin hala bu topic sag salim yerindeyse bastan son a okuyacagim.
    Uçurulursa, senden dokumanlari ozel olarak isteyecegim.
    Neden diye sorarsan az sonra yazacaklarim muhtemelen tartisma baslatacak sonu da Allah bilir nereye varir.

    Son satirda kirmizi ile isaretledigin yer var ya.
    Ben oraya katilmiyorum.
    Bence Islam dini Türk milletine uygun bir din degil.
    Ya da uygun degil demiyeyim de tam olarak oturmuyor.
    Zaten oyle olsaydi, biz bu kadar kendimize uydurmazdik.
    O zamanki yöneticiler hadi bakalim biz müslüman oluyoruz demisler, toplumda söz dinlemis müslüman olmus.
    Olmus ama ne bi daha islam dini eskisi gibi kalmis, ne de toplum bu dinin gereklerini yerine getirmis.
    Bünye kabul etmiyor çünkü.
    Simdi bazilari hemen isin sebebini laiklige vuracaklar ama biz onun Osmanli zamanini da biliriz.
    Bu sadece Türk toplumu için de geçerli degil.
    Her toplumun yasam tarzina uygun bir hale getirilmis islam dini.
    Nasil diye soracak olursan, mezheplere bak der geçerim.

    Yani bugün yasanilan türban, laiklik vs. tartismalarinin odak noktasi bu bünye meselesidir.
    Aslinda toplumun bünyesi kabul etmemektedir.
    Fakat Türk toplumu akillidir da.
    Ulem bi de yazilan hersey dogruysa!
    diye dusunur ve ufak tefek ritüelleri yerine getirir.
    Bakiniz cuma aksami içmeyen insan.
    Cumaya giden adam.
    teraviye giden adam.
    ramazan da oruç tutan insan.
    kurban kesen insan.
    mini etek giyip, mevlutte basini orten kadin.
    arabayi çalistirirken besmele çekip, yol boyunca diger araç sahiplerine küfûr eden sürücü.
    çalistigi tv kanalinin gaziyla umreye giden ve orada vahiy gelip, hidayete eren, basini örten spiker.
    Basörtüsünü bayrak yapip, ayinlerine katildigi seyh ile zina yapan kadin.
    belediye baskanligi maasiyla ülkenin en buyuk sirketlerinden birine ortak olup, sonra o ülkeyi yönetmeye baslayinca ogluna gemicik alan ve 5 vakit namazini kaçirmayan insan.
    Daha sayayim mi?

    Yani alintiyi yaptigin her kimse çok ugrasmis ama bosa ugrasmis.


    Not Mesajı: Simdi bu yazdiklarimi okuyup celallenecek arkadaslar olacak.
    Verdigin kötü örnekler islami anlatmaz gerçek islam bu degil diyecekler. Tabiki bu degil.Zaten burada islami degil, Türk toplumunu anlatiyoruz.Yani yazdiklarimi yargilayacak arkadaslar, topluma soyle bir disaridan bakip öyle yargilarlarsa sevinirim.


    Yani isin asli bizde inanç var ama bu inaci kendi yasam biçimimize uydurarak yasiyoruz.
    Yarin birisi çikip ispatlasin yok aslinda islam diye bisey, Muhammed diye biri aslinda hiç yasamadi, ya da Kuran'i kendi yazdi diye.
    Sen ertesi gun seyret bu milleti.


    ''coQ'' seni tutan ya da ayağına pranga vuranmı var?
    İster kiliseye ister sinagoga gidebilirsin. Sana kiliseye gitme veya
    islamiyete inan müslüman ol diyenmi var?
    Bilmediğin veya az bilgin olan bir konu
    hakkında yorum yapmanı çok yanlış ve yersiz buluyorum.
    Arı kovanına çomak sokmak kimseye fayda sağlamaz..
    [B][COLOR="Purple"] Ne insanlar gördüm üzerinde elbise yok..[/COLOR][/B][B][COLOR="RoyalBlue"][COLOR="Blue"]Ne elbiseler gördüm içinde insan yok[/COLOR]..[/COLOR][/B]

  10. #10

    Üyelik
    24 Haziran 2009
    Madem konu son paragraftan gidiyor; Türklerin Müslüman olması ne rüyayla olmuştur, ne de inanç benzerliğiyle.

    Türkler Nasıl Müslüman Oldu?, Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı
    Çok güzel bir kitaptır, ilgilenenler alıp okusunlar.



    Diğer bilgiler zaten akademik bilgi ve çook uzun, okumadım

  11. #11
    Salihyet - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    22 Nisan 2010
    Şehir
    Bosphorus
    Türklerin ilk çizgisi ile daha sonra dünyaya hakim olduğu ve genişlediği çizgisi birbirinden çok farklıdır. Buda türklüğün başlangıcıdır kim niye gücensin ?
    Yorum yok!

  12. #12
    ergün1968 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Üyelik
    27 Ağustos 2008
    Şehir
    İstanbul
    Motosikleti
    NC 700 SA
    Alıntı coq adlı üyeden alıntı Mesajı göster
    Asfalt melegi bu kafayla onca satirdan bisey anlamayacagim için okumaya kalkismadim.
    Yarin hala bu topic sag salim yerindeyse bastan son a okuyacagim.
    Uçurulursa, senden dokumanlari ozel olarak isteyecegim.
    Neden diye sorarsan az sonra yazacaklarim muhtemelen tartisma baslatacak sonu da Allah bilir nereye varir.

    Son satirda kirmizi ile isaretledigin yer var ya.
    Ben oraya katilmiyorum.
    Bence Islam dini Türk milletine uygun bir din degil.
    Ya da uygun degil demiyeyim de tam olarak oturmuyor.
    Zaten oyle olsaydi, biz bu kadar kendimize uydurmazdik.
    O zamanki yöneticiler hadi bakalim biz müslüman oluyoruz demisler, toplumda söz dinlemis müslüman olmus.
    Olmus ama ne bi daha islam dini eskisi gibi kalmis, ne de toplum bu dinin gereklerini yerine getirmis.
    Bünye kabul etmiyor çünkü.
    Simdi bazilari hemen isin sebebini laiklige vuracaklar ama biz onun Osmanli zamanini da biliriz.
    Bu sadece Türk toplumu için de geçerli degil.
    Her toplumun yasam tarzina uygun bir hale getirilmis islam dini.
    Nasil diye soracak olursan, mezheplere bak der geçerim.

    Yani bugün yasanilan türban, laiklik vs. tartismalarinin odak noktasi bu bünye meselesidir.
    Aslinda toplumun bünyesi kabul etmemektedir.
    Fakat Türk toplumu akillidir da.
    Ulem bi de yazilan hersey dogruysa!
    diye dusunur ve ufak tefek ritüelleri yerine getirir.
    Bakiniz cuma aksami içmeyen insan.
    Cumaya giden adam.
    teraviye giden adam.
    ramazan da oruç tutan insan.
    kurban kesen insan.
    mini etek giyip, mevlutte basini orten kadin.
    arabayi çalistirirken besmele çekip, yol boyunca diger araç sahiplerine küfûr eden sürücü.
    çalistigi tv kanalinin gaziyla umreye giden ve orada vahiy gelip, hidayete eren, basini örten spiker.
    Basörtüsünü bayrak yapip, ayinlerine katildigi seyh ile zina yapan kadin.
    belediye baskanligi maasiyla ülkenin en buyuk sirketlerinden birine ortak olup, sonra o ülkeyi yönetmeye baslayinca ogluna gemicik alan ve 5 vakit namazini kaçirmayan insan.
    Daha sayayim mi?

    Yani alintiyi yaptigin her kimse çok ugrasmis ama bosa ugrasmis.


    Not Mesajı: Simdi bu yazdiklarimi okuyup celallenecek arkadaslar olacak.
    Verdigin kötü örnekler islami anlatmaz gerçek islam bu degil diyecekler. Tabiki bu degil.Zaten burada islami degil, Türk toplumunu anlatiyoruz.Yani yazdiklarimi yargilayacak arkadaslar, topluma soyle bir disaridan bakip öyle yargilarlarsa sevinirim.


    Yani isin asli bizde inanç var ama bu inaci kendi yasam biçimimize uydurarak yasiyoruz.
    Yarin birisi çikip ispatlasin yok aslinda islam diye bisey, Muhammed diye biri aslinda hiç yasamadi, ya da Kuran'i kendi yazdi diye.
    Sen ertesi gun seyret bu milleti.
    Aynı fikirdeyim.Bir şeyleri savunmaya kalkışıyorsak,önce dönüp bir aynaya bakmamız lazım.Gelen bütün dinler,insanın,insan gibi olmasını sağlamak için gelmiştir.o din bu din fark etmez.Önemli olan onları doğru uygulayabilmektir.Çıkarlar uğruna din kullanılan bir zamandayız maalesef.Gerçek islamiyetin ne olduğu unutturulmuş.hacı hocalara ıvır zıvır bir sürü adama avanta kapısı için kullanılmaya başlanmıştır.Günahın en büyüğü din ile aldatmaktır.O nu bunu bırakıp insan olalım.Tabii hala hatırlayabiliyorsak insanın ne olduğunu.
    AKILLI OLALIM;DÜNYADA EŞİ BENZERİ OLMAYAN BU MÜKEMMEL COĞRAFYAYA,TÜRK İNSANINA VE TÜRK'LÜĞE SAHİP ÇIKALIM.100 YILI AŞKIN SÜRDÜRÜLEN TÜRK ULUSUNU BÖLMEYE YÖNELİK OYUNLARA ALET OLMAYALIM.HEPİMİZ KARDEŞİZ.NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE...


Konu içerisindeki kullanıcılar

Şu an bu konu içerisinde 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 misafir)

Bu Konudaki Etiketler