TÜRKLERDE İSLAMİYET ÖNCESİ İNANÇ SİSTEMLERİ - ÖĞRETİLER-DİNLER
Prof. Dr. Erman Artun
Türkler; tarihleri boyunca birbirinden farklı birçok dinin veya inanç sisteminin etkisi altında
kalmıştır. Orta Asya'daki en eski Türk topluluklarının inanç sistemleri atalar kültü, tabiat kültleri ve
Gök Tanrı kültü olmak üzere üçlü bir din anlayışından oluşmaktadır. Bunlardan atalar kültünün
çeşitli eski Türk zümreleri arasında en köklü ve en eski inançlardan birisi olduğu söylenebilir. Atanın
öldükten sonra ailesine yardım edeceği inancından doğan, korku ve saygıyla karışık bir anlayıştan
oluşan atalar kültü, Budizm ve Maniheizm gibi yabancı dinlerin yayılmasından sonra da Türkler
arasında kuvvetinden bir şey kaybetmeden varlığını devam ettirmiştir. İslamiyet, VII. yüzyılda
yayılmaya başlamış, Türklerin bu yeni dine geçişleri de aynı yüzyılda başlamış ancak, X. yüzyılda
tamamlanmıştır (Turan, 1994:110).
İnanç
“İnanç” sözcüğüne kaynakların farklı tanımlar yaptığını görmekteyiz. “İnanç bir şeyi güvenle
doğru sayma tutumudur. Buna göre, yeterince gerekçesi bulunmayan, kesin olmayan bir şeyi doğru
sayma, akıl yoluyla genel geçer bir doğrulama yapmadan başkasının tanıklığı üzerine kurulmuş
kanıtları, bir kuşku olmaksızın onaylamadır “(Akarsu, 1988:104). “İnanç, bir düşünceye bağlı
bulunma, Tanrıya, bir dine inanma, iman, birine duyulan güven, itimat, inanma duygusu, inanılan şey,
görüş ve öğreti”dir (ML, 1971, C.6,:300). Din ve inanç kavramları birbirinden farklıdır. Ayrıca, din
denen toplumsal kurum inanç ve tapınma adlı iki bölümden oluşur. Her iki bölümün temelinde de
kutsallık ve yasak kavramları yatar (Turan,1994: 84).
1. Totemcilik (Totemizm)
Totemizm kısaca; insanla hayvan ya da bitki gibi doğal nesneler arasında bir akrabalık ilişkisi
ya da gizemli bir bağ bulunduğu inancına dayanan düşünce ve davranış sistemidir. Genel olarak, totem
hayvan ya da bitkiyle topluluk üyesi arasında bir akrabalık ilişkisi kurulur. Bu ilişki mitolojiyle de
desteklenerek kuşaktan kuşağa aktarılır. Türklerin kurt neslinden ve kayın ağacından geldiği inancı
buna bir örnek olarak verilebilir. Böylece bitki ve hayvana aktarılan kutsallık sayesinde, doğa, kutsal ve
kutsal olmayan olarak ikiye ayrılır.
Kutsal olan kutsal olmayan ayrımı, totem-hayvan ya da totem-bitkinin rast gele tüketilmesinde
de kendini gösterir. Bunlar ancak dinsel törenlerde tüketilebilir, bunun dışında, totem-hayvan ya da
totem-bitkiye dokunulmaz. Ata ruhlarının bu bitkilerde yaşadığı inancı aynı zamanda bu bitkilerin
törenle tüketilmesi durumunda insanların üstün güç elde edeceği inancını da beraberinde getirir.
Totemciliğin Orta Asya Türkleri arasında da yerleşmiş olduğunu gösteren birçok kayıt
bulunmaktadır. Bunların başında, kimi yaratıkların ya da nesnelerin totem olarak kabul edilmiş olması
gelmektedir. Bir toplulukta totem üç yönden önemlidir: a) Klanın geldiği, türediği kabul edilen kutsal
varlıktır. Klan üyelerinin atası sayılır. b) Klanın adını oluşturur. c) Klanın simgesidir (Tezcan,
1996:114).
Jean Paul Roux, totemciliğe ilişkin görüşleri belli noktalarda toplamıştır (Roux, 1970, akt.
Avcıoğlu, 1995:401-403):
İlk bakışta, totemcilik gibi görünen her şey, totemcilik değildir. Örneğin; bir hayvan atanın
varlığı, onun totem olmasına yetmez. Zira totemci olmayan topluluklarda da hayvan ata efsanelerine
rastlanır. Totemcilikte hayvana tapma yoktur. Totemler tanrı değildir. Onlara bir dost ve akraba olarak
saygı gösterilir.
Kurban konusu yeterince açık değildir. Bazı araştırmacılar kurbanı totemcilik öğesi olarak
kabul ederken bir kısmı kabul etmez. Bitkiler ve ender olarak cansız şeyler (yıldızlar, bulut vs.) totem
olabilirse de totem genellikle hayvandır. Totem ilişki kurulan tür ile bu türün çeşitli tasvirleridir. Bu
tasvirler de kutsaldır ve kutsanır.
Totemle bu akrabalık ilişkisi çeşitli inançlara yol açar. İnsanlar, kökenini bu totemlere
dayandırmak yanında ata ruhlarının bu hayvan ve özellikle bitki totemlerde eyleştiğine inanırlar.
Totem ile insan arasındaki “akrabalık” çok tartışılır. Bazı bilim adamları akraba olduklarını
savunurken (Durkheim, Freud), bazıları buna karşı çıkmaktadır (Davy, Cazeneve). Tümünün
birleştikleri nokta ise totem ile insan arasında yakın bir ilişki olduğudur. Totemcilik ancak boy
örgütlenmesi olan yerde var olabilir. Mauss’ un sözleriyle, “Totemi olmayan boy olabilir; fakat boy
olmadan totem olmaz”. Totemin koruyuculuğu karşılıksız değildir. İnsanın ilk yükümlülüğü totem
hayvanı öldürmek ve yemekten kaçınmaktır. Yasak yalnızca akraba boyun üyeleri için geçerlidir.
Freud bunu totemciliğin çekirdeği sayar (Roux, 1970, Akt. Avcıoğlu, 1995:401-403).
Aynı toteme bağlı kişiler arasında evlenme yasağı konuyu ilk inceleyen uzmanlarca kesinlikle
kabul edilmiştir; fakat sonradan bu tutum değişir. Van Gennep, ilkin bütün gerçek totemcilik
biçimlerinde aynı totemin üyeleri arasında evlenme ve bazen de cinsel ilişki yasağı bulunduğunu
düşünür. Daha sonra egzogami ve totemciliğin iki özerk kurum olduğunu, biri olmadan ötekinin
olabileceği ya da her ikisinin sınırlı ölçüde bir araya gelebildiğini ileri sürmüştür (Roux, 1970, Akt.
Avcıoğlu, 1995:401-403).
Freud, totemi şu şekilde tanımlamaktadır: “ Totem yenebilen ve zararsız ya da tehlikeli ve
korkunç bir hayvan, pek nadir olarak bitki veya (yağmur, su gibi) bir tabiat gücüdür. Totemin bütün
bir klanla özel bir ilişkisi vardır. Totem, her şeyden önce klanın atasıdır. Klanın koruyucusudur. Klan
halkına zor durumlarda yol gösterir. Evlatlarını daima tanır ve korur” (Freud, 1971:50).
Totem inanışında insan vücudunun bazı kısımları özel bir kutsallık taşımaktadırlar. Örneğin
saç ve kan gibi. Totemi oluşturan insanlar, tek bir aile ve kan kardeşi sayılırlar. Bu nedenle klan
üyelerinden biri, başka bir klan üyesi tarafından öldürülürse onun kanı yerde bırakılmaz. Kan davası
gütmek, bütün klan için bir borç sayılmaktadır. Bir başka tabu ise, klan içi evliliktir. Klanlardaki
kadınlar ve erkekler kardeş sayılırlar (Tezcan, 1996:115).
Türklerden bir grubun “kurt”u (Gökböri) ata olarak tanıdıkları, Göktürklerin kurttan
türedikleri hakkındaki efsanenin Çin kaynaklarına kadar geçtiği bilinmektedir. X. yüzyılda
Abbasoğulları döneminde özel bir görevle Türklerin yaşadığı bölgeleri gezmiş olan Arap bilgini İbni
Fadlan, Başkurt Türklerinden bir kısmının “yılan”a, “balık”a veya “turna”ya taptıklarından söz
etmektedir. XI. yüzyılın Arap tarihçilerinden Gardızi de Kırgızlar içerisinde “inek”e, “kirpi”ye,
“saksağan”a ve “şahin” e hatta güzel ağaçlara tapanların bulunduğunu anlatmaktadır (Turan,
1994:98). Fakat, Türklerde totem inanışının olmadığını ileri süren tarihçiler de bulunmaktadır.
Örneğin, İbrahim Kafesoğlu, Türklerde kurdun saygıdeğer bir simge sayıldığını; fakat ona
tapılmadığını, ayrıca totemci ailede ana hukukunun hakim olduğunu; oysa Türk ailesinin ataerkil bir
yapıya sahip olduğunu vurgulamıştır (Tezcan, 1996:115).
2. Canlıcılık, Ruhçuluk (Animizm)
İlkel dinler, günümüzden yaklaşık olarak 3.000 yıl önce beş kıtada doğmuştur. Bu dinlerin
hemen hemen hepsi “canlıcılık” formunda görülmektedir. Çünkü, ilkeller, hayvanlar, bitkiler, kayalar,
dağlar, ırmaklar, yıldızlar gibi çevrelerinde bulunan her şeyin bir “ruh” u olduğuna inanmaktaydılar.
Bu inanca göre, ruhun bedene ya da bedenin bazı bölümlerine bağlı olduğuna inanılır. Ruh canlıdır ve
bedenin dışındayken de onu etkiler. Ruh, bedeni kesin olarak bırakırsa beden ölür. Ölen kişinin ruhu,
yine de cesedine bağlı kalır. Ölen kişi yaşayanları kıskanıp onlardan öç almaya çalışabilir. Bunu
önlemenin yolu ölen kişinin cesedine özen gösterilmesidir. Ölüler yaşamaya devam ederler, saygı
isterler. Yiyip içmek isterler. Bu nedenle ölenlerin mezarlarına sevdikleri yiyeceklerle, yaşarken
beğendikleri eşyalar, araçlar konur. Fakat, ölülerin dünyası canlıların tersidir. Yeryüzünün gecesi
onların gündüzüdür (Tezcan, 1996:115-116). Anadolu’da yaşayan Alevi Tahtacı Türkmenlerinde
günümüzde de süren elbiseyle ve bazı eşyalarla gömülme inanışı sürmektedir.
Animizm kısaca; ölenlerin ebediyen dünyadan ayrılmadıkları, bunların ruhlarının cenazenin
çevresinde, ağaçlarda, bitkilerde ve giderek tüm doğada dolaştığı ve böylece tüm doğanın canlı olarak
algılanmasıdır. Psikolojik olaylarda olduğu gibi hayatla ilgili olayları da düşünen bir ruhun yönettiğine
inanan sistem.
Canlıcılığın temel özelliklerinden biri olan büyü ve falın Türkler arasında da uygulandığı
bilinmektedir. 921-922 yıllarında Oğuzların yanına gitmiş olan İbni Fadlan, onların hastalığın kötü
ruhların (cin) etkisiyle meydana geldiğine inandıklarını belirtmektedir (Turan, 1994:104).
Eski Türklerde, insan ruhları genellikle “kuş” biçiminde düşünülmüştür. İnsanlara can
vermeden önce bu ruhlar, gökte kuş olarak yaşarlar. İnsanlar ölünce de göğe uçarlar. İslamiyet’ ten
sonra dahi “sunkar boldı-sungur kuşu oldu” denilir. Ebu Müslim ölünce beyaz güvercin olup uçar.
Dede Korkut’ta Deli Dumrul, kara kılıcını sıyırıp saldırınca, Azrail bile güvercin olup pencereden
çıkıp gider. Kırgızların Er Töştük destanında bir yiğit, “Bu yedi kuş benim ruhumdu, benim
nefesimdi” demiştir. Diğer taraftan, Orta Asya’da ruhlar, hayvan ve genellikle de kuş biçiminde
düşünülmüştür. Şaman’ın gök yolculuğunda yardımcı ruhları, kuş ya da kanatlı hayvanlar olarak
temsil edilmiştir (Avcıoğlu, 1995:345).
Animizmde, ruhlar insanlar arasına karışarak ya onlara şans verir ya da hasta eder. Bu yüzden
ölü ruhlarını yatıştırmak için onlara adaklar adamak, kurbanlar kesmek, ölmüş atalarının mezarlarına
sunularda bulunmak gerekir. Animizme göre ruhlar, öbür dünyada da bu dünyanın benzeri bir hayat
sürdüğünden, ölen kimsenin eşyalarını, zengin ve kudretli ise, esir ve hizmetkarlarını da, ölüyle
beraber göndermelidir.
Animizme göre; kişinin vücudunun bir parçası da onun ruhundan bir parça taşır. Kişinin
gölgesi, sudaki aksi, tasviri de onun ruhunun bir parçasını taşır; çünkü "Tasvir ile gerçek aynıdır." Tek
tanrılı dinlerin, özellikle İslamiyet’in resim yapılmasını yasaklaması, bu eski inancı ortadan
kaldırmaya yönelik bir sonuçtur. İnsan tarafından kullanılan eşyalar da yine onun ruhuyla özdeştir.
Ölümden sonra bunlar yakılarak ya da fakirlere verilerek ruhun tekrar gelerek yaşayanları rahatsız
etmesi önlenir.
Animizme göre ölü kutsaldır. Bu yüzden, onun karşısında kutsal olmayan her türlü işi,
çalışmayı durdurmak gerekir. Bugün Anadolu'da cenaze haberi alındığında her türlü iş güç bırakılır,
ölüm halinde kimi hareketler yapmak, ağlamak, sızlamak, kadınların saçlarını kesmesi, bedenlerine
toprak sürmesi, bazen çok uzun süre konuşmayarak yas tutması gereklidir (Hançerlioğlu,1993:37).
Animizme göre; ruhlar, öbür dünyada da bu dünyanın benzeri bir hayat sürdüğünden ölünün
öbür dünyada başkalarına muhtaç kalmamasını sağlamak gerekir. İlkeller eşyaları da insanlar gibi
canlı saydıkları için bunların ölmelerini sağlamak için mezara gömer, yakar veya kırarlar. Böylece
ölü, öteki dünyaya birlikte götürdüğü eşyalarla rahat eder. Ölülerin gömüldüğü ve mistik bir alemde
kendilerine barınak edindiği, ölüler dünyasına açılan kapı niteliğindeki mezarın ortaya çıkışı ise
oldukça eski zamanlara kadar gitmektedir.
3. Şamanizm
Şamanizm, büyüye dayalı bir kabile dini olma özelliği taşımaktadır. Eberhard, Şamanizm’in,
Türklerdeki varlığından bahseden ilk delilin 519 yılında Cücenlerden kaldığını söylemektedir. Bu
tarihte bir kadın şamanın, güz mevsiminde ovada çadır kurarak yedi gün oruç tuttuğunu ve dualar
ettiğini açıklamaktadır. Seyyah İbni Fadlan da Oğuzlardaki bazı kurban merasimlerinden ve bunları
yöneten ihtiyarlardan söz etmektedir. Ona göre Oğuzlar bu ihtiyar Şamanların sözlerini dinlerler ve
ona uygun hareketler yaparlardı (Ocak,1983:34). Şaman inanışına göre evren üç bölümden
oluşmaktadır:
a) Gök: Aydınlık olandır. Orada iyilik, güzellik ve mutluluk vardır. Tam anlamıyla bir cennet
demektir. 17 kattan oluşmaktadır. En büyük Tanrı/ruh olan Ülgen, eşi ve çocukları ile kendisine bağlı
iyi ruhlar orada oturur.
b) Yeryüzü: İnsanların yaşadıkları yerdir.
c) Yeraltı: Karanlık olandır. 14 kattır. Kötülüklerin, bahtsızlıkların, çirkinliklerin hüküm
sürdüğü yerdir. Bu nedenle cehennem demektir. Korkunç bir tanrı/ruh olan Erlik, ailesi ve ona bağlı
kötü ruhlar yeraltında bulunurlar (Turan, 1994:103).
Türk doğacılığının sembolü, Şamanizm’dir. Ziya Gökalp Şamanizm’i, eski Türklerin dini
değil, sihre ilişkin sistemleri olarak kabul etmiştir. Bu nedenle de Türkler arasındaki Şamanizm’i
“Toyunizm” olarak adlandırmıştır. Oysaki Toyunizm, Budizm’dir. A.İnan ise, Türk Şamanizm’inin
başka toplumlarda görülen Şamanizm’den farklı ve gelişmiş olduğunu belirtmektedir (Tezcan,
1996:118).
Şaman sözcüğü, Mançu-Tunguz dilinden gelmektedir. Tunguzca şaman, saman; Mançu
dilinde sama’dır. Türk kavimlerinde ise, şaman sözcüğü “kam” sözcüğüne karşılık gelmekteydi.
Şamanizm, trans durumuna geçebilme yeteneğindeki kimselerin, doğaüstü varlıklarla ilişki kurarak
onların güçlerine sahip olmalarından bu güçleri toplum adına kullanmalarından ve bu amaçla yapılan
dinsel-büyüsel pratik ve törenlerden ibarettir (Örnek, 1988:48).
Genellikle bir insanın şaman olup olamayacağı çocukluğunda bazı ruhsal belirtilerle ortaya
çıkar. Nioradze, bu belirtileri şu şekilde açıklamaktadır; cin, peri, dev görme, sık sık gerçekleşen baş
dönmeleri, bayılmalar ve gelecekten haber verme yeteneği. Ayrıca, bu insanlar, yemeden içmeden
kesilirler, insanlar arasına katılmazlar, sinirlidirler, evlerinden kaçıp ormanlara gider, karlar üzerinde
yatarlar ve yalnız kaldıklarında cinlerle, perilerle konuşurlar (Nioradze, 1954:54, Akt, Örnek,
1988:49).
Eliade’ e göre bir insan, kalıtım yoluyla olabileceği gibi kendi isteği ile de şaman olabilir.
Bunun için de uzman olan bir şamandan uzun süre eğitim alması gereklidir (Eliade, 1987, 202,).
Örnek ise, Şamanlığın babadan oğula geçtiği durumlarda genç şamanın bilgili ve uzman bir şamandan
mesleğinin teori ve pratiği hakkında dersler alarak bu mesleğin sırlarını, transa geçme tekniklerini,
duaları, ilahileri ve büyüsel formülleri öğrendiğini belirtmiştir (Örnek, 1988:53).
Eğitim-öğretim süresi ortalama üç, dört yıldır. Bazen bu sürenin beş-on yılı bulduğu da olur.
Eğitim sonunda adayın şaman oluşu çoğu zaman bir törenle kutlanır. Bu törenin en önemli iki aracı,
“şaman giysisi” ve “şaman davulu” dur. Özellikle Kuzey Asya’ da şaman giysisinin özel bir görevi
vardır. Bu giysi bir kült aracı gibi kullanılmaktadır. Örneğin bir şamanın giysisi üzerinde kuş resminin
bulunması, şamanın bu kuş resmi yardımıyla öte dünyaya uçabileceği şeklinde yorumlanmaktadır.
Şaman giysisi diğer kültler gibi kutsaldır. Bu nedenle de herkesin görebileceği ve dokunabileceği
yerlere konulmaz. Özellikle kadınların ve küçük çocukların dokunmasının onların güçlerini
azaltacağına inanılmaktadır (Örnek, 1988: 64-66).
Bir diğer araç olan davul ise genellikle tahta bir kasnağa deri geçirilerek yapılmaktadır. Bu
davula, doğaüstü kudretlerin, cinlerin bulundukları ve eğleştikleri bir araç olarak bakılmaktadır. Bazı
bölgelerde davulun, şaman tarafından bir binek hayvanı gibi gökyüzüne ya da yeraltına yaptığı
yolculuklarda kullanıldığına inanılmaktadır. Davulların üzerindeki ağaç motifleri, “dünya ağacı”nı
sembolize etmekte, merdiven resmi gökyüzüne çıkmayı kolaylaştırmakta, atlar uzun mesafeleri almak
için kullanılmakta ve eciş bücüş cinler ise çeşitli işler görmektedir (Örnek, 1988:66-67).
Uraz, Şamanların tören sırasında başlarına at kuyruğu, yüzlerine maske taktıklarını,
elbiselerinde ise ziller ve çıngırakların bulunduğunu eklemektedir (Uraz, 1994:207).
Boyle, Şamanların; sihirbazlık yapan, hastaları iyileştiren, gaipten ve gelecekten haber veren,
ruhları bedenlerini terk edip tekrar dönen, at üstünde göğe yükselip Tanrıyla konuşan, doğa güçlerini
istediği gibi yönlendiren, ateşin yakıcılığından etkilenmeyen, ölmüş hayvanları kemiklerinden tekrar
dirilten, kadın-erkek müşterek ayinler yapan ve tahta kılıçla savaşan insanlar olduklarını vurgulamıştır
(Boyle, 1974, Akt:Ocak, 1983:95-96).
Günümüzde, Anadolu halk oyunları ile Orta Asya arasında bağ kuran birçok araştırmacı, daha
çok “davul” ögesi üzerinde durmuşlardır. Gerçekten de davul vuruşlarının ritm ve tartımının oyuncular
arasında sağladığı uyum, davul sesinin yumuşak aynı zamanda coşku verici oluşu göz önünde
tutulursa, bu aletin niçin toplu eylemlerin asal ögesi olduğu konusunda ipuçları verebilir. Bugün
ülkemizde hala, düğün, asker uğurlama, futbol maçları gibi, insanların grupça ortak ve uyumlu
devinimlerde bulunmaları, coşmaları ve ses getirmeleri gerekli durumlarda da temel araç olarak
“davul” kullanılmaktadır.
Şamanizm’e ait motiflerin birçoğuna eski Türk topluluklarında da rastlanmaktadır. Örneğin,
Menakıbu’l Kudsiye’ de Baba İlyas’ın ileri gelen halifelerinden Hacı Mihman’ın hangi hastaya nefesi
ererse mutlaka iyileştirdiği ve bu kerametin şeyhi tarafından kendisine verildiği anlatılmıştır.
Vilayetname-i Otman Baba’da ise, Otman Baba’nın misafir olduğu Musa Beğ adındaki kimsenin
tekkesinde, civardaki hastaları yanına çağırdığı ve onları iyileştirdiği hikaye olunmuştur (Ocak,
1983:100). Diğer taraftan, “gelecekten haber verme motifi”ne örnek olarak, Hacı Bektaş’ın kendini
Sulucakaraöyük’ ten Kırşehir Valisi Nuruddin Caca’ya makamından azledileceğini ve işkence
göreceğini bildirmesi ve söylediklerinin aynen çıkmasını verebiliriz. “Ruhun bedeni geçici olarak terk
etmesi (transmigration) motifi” hakkında ise iki ünlü menkıbe vardır. Bunlardan ilkine göre, Baba
İlyas’ın oğullarından Yahya Paşa, istediği zaman “bir sipahinin atını koyup gitmesi gibi” bedenini terk
edip bir süre sonra tekrar dönerdi. Otman Baba ise, zaman zaman tekbir getirip namaza başladığı an,
cisminden çıkıp gider, bir süre sonra tekrar cismine girerek rüku ve secde yapardı. “Göğe yükselip
tanrı ile konuşma motifi” ile de sık sık karşılaşmaktayız. Örneğin, Âşık Paşa’nın kerametlerini anlatan
bir menkıbede, tıpkı Hz. Muhammed’in miracı gibi, Allah katına çıkarak onunla bizzat görüştüğü ve
gizli alemleri baştan başa seyrettiği anlatılmaktadır (Ocak, 1983:100-113).
Şamanizm inancının içeriği ve sergilediği doktrine göre; bir din olarak kabul görmezse de din
kadar etkili olmuş ve uzun yıllar Türklerin yaşamlarında ve hayatlarında büyük rol oynamıştır.
Özellikle Altaylı Türkler uzun yıllar etkisinde kalmıştır. Animizm’in ve natürizm’in kaynaklarından
oluşan bir zemin üzerinde tutunarak hızla yayılan Şamanizm’de, bu inancı yayan ve uygulayan kişilere
Şaman denilmektedir. Şamanlara göre; insanlarda kendileri için heybetli ve korkutucu olan kötü,
iyilik eden iyi ruhlar bulunur. İnsanlar ölüp dünyadan ayrıldıktan sonra, o ölen kişilerin ruhları
insanlar arasında dolaşır. Onlara musallat olarak, zaman zaman zarar verirler. Şamanlar zararlı olan
ruhları kovmak amacıyla törenler düzenleyip dualar okur.
Toplum arasında büyük güç olan hatta yayıldığı yerlerde devletin kaderini değiştirebilen
Şamanizm inancında olan Türklerde diğer aynı inançta olan millet ve toplumlarda olduğu gibi
Şamanların tanrılarla konuştuğuna, ruhlarla konuşup onların yardımıyla yol göstericilik yaparak akıl
öğrettiğine, hekimlik yaparak hastalara musallat olan kötü ruhları kovmak için telkin yolu ve yaptığı
çeşitli bitkisel ilaçlarla şifa aradığı görülür. Daha da ilginci başına at kuyruğu, yüzlerine maske
geçirip, ziller ve çıngıraklar takılı özel giysileriyle bağırır, oynar ve davul çalarak dua edip çeşitli
hareketler yapar. Şamanizm’de Şamanlara göre insanların biri kendilerinde diğeri de ayrı ama
birbirinin aynısı olan iki ruhu vardır. Bu eş ruh bir hayvan halinde de olabilir ki buna da “Yekil ”
denilmektedir. Şamanizm’de birden fazla tanrı vardır ve bu tanrıların görev ve yetkileri birbirinden
ayrıdır. Şamanizm’de beş kutsal unsur vardır. Bunlar; demir, toprak, ateş, su ve ağaçtır. Yine
Şamanlara göre gökler on yedi kat olup bu mekan; aydınlıklar içerisinde cennetler alemi olup burada
tanrılar ikamet ekmektedir. Yeraltı ise dokuz tabakaya ayrılır ve orada karanlıklar diyarı ve
cehennemler bölgesidir. Ölen günahsız bir kişinin ruhunu göklerdeki cennetlere hakim olan iyilik
tanrısı Ülgen’e götüren Yayuci ile günahkarları yer altında oturan kötülük tanrısı Erlik Han’a
götüren “Körmös” ler vardır. İlk Uygur hanları Kül Bilge ve Moyun Çur birer Şamanist’tir. 763
yılında Böğü Hanın Şamanlığı bırakıp Mani dinine girmesi ile Uygurlar da dinlerini değiştirdi.
4. Budizm
M.Ö. VI. yüzyılda Hindistan'da ortaya çıkan Budizm, Hindistan'ın dışında M.Ö. III. yüzyılda
yayılmaya başlamış; Orta Asya'ya, Çin'e, 372'den sonra Kore'ye uzanmış; Tibet'e yerleşmesi ancak
VIII. yüzyılda olmuştur. Batı Türkistan'da Budizm, Sasanilerin desteklediği Zerdüştîlik ve Mani dini
karşısında pek tutunamamış; Doğu Türkistan'ın yerleşik çevrelerinde kendine daha uygun muhitler
elde etmiş; Budist külliyeler Çin'e doğru uzanan kervan yolları boyunca dikilerek, faaliyetlerini
asırlarca sürdürmüşlerdir. Güneye doğru uzanan kervan yolu üzerinde Hotan ve Miran; kuzeye giden
yol boyunca ise Tumşuk ve Kuça şehirlerinde, III-IV. yüzyıllardan itibaren kurulmaya başlayan,
"Vihara" (Türkçe "Vihar") denilen Budist manastırlarında "Toyin" denilen Budist rahipler, bu dinin
propagandalarını yapmışlardır (Esin,1978:59). Budizm Karluklar arasında yayılmıştır.
Türklerin girdiği yabancı dinler arasında onları en çok etkileyen inanç sistemlerinden birisi
Hindistan kökenli Budizm'dir. En belirgin özelliği, tapılacak üstün bir varlığa yer vermemesi olan
Budizm, her şeyin serbestçe incelenmesi, denenmesi esasına dayanan bir öğreti veya felsefe
niteliğindedir (Turan,1994:104). Temel inancı olan tenasüh (ruh göçü) gereğince canlılar
Nirvanaya (ebedi mutluluk) ulaşıncaya kadar öldükten sonra değişik kalıplarda birçok kez yeniden
dünyaya gelirler (Ocak, 2000:66).
Budizm, yaklaşık 2500 yıl önce, bugün Buda olarak bilinen, Prens Siddhata Gotama’nın 35
yaşında bir uyanma ve aydınlanma yaşaması ile doğmuştur. Gotama, Kuzey Hindistan’da kraliyet
ailesinin oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Fakat zamanla, varlık ve lüksün mutluluğun garantisi
olmadığını anlamıştır. Her şeyi bırakıp uzunca bir süre ormanda yaşamıştır. Altı yıl boyunca
meditaston ve insan mutluluğu üzerine çalıştıktan sonra aydınlanmıştır. Daha sonra 80 yaşına kadar
Budizm’in ilkelerini öğreterek yaşamını sürdürmüştür. Birçok insana göre Budizm, dinin ötesinde bir
“felsefe” ve “yaşama biçimi”dir. Bir felsefedir çünkü, sevgi ve umut anlamları taşır. Budizm, bir
taraftan ahlaki yaşama rehberlik ederken bir yandan da, insanın eylem ve düşüncelerinin farkında
olmasını ve gerçek mutluluğa ulaşmasını sağlamaktadır (White, 1993:22).
Gotama 10 yıl babasının sarayında kaldıktan sonra 29 yaşında, evli ve bir çocuk babasıyken
sarayı terk ederek bir mağaraya çekilir ve kendisinin kurduğu Budizm dininin esasları üzerinde çalışır.
Buda ilk yıllarda çok tepki almasına rağmen daha sonra kurduğu din, ilgi çeker ve kısa zamanda hızla
yayılır. M.Ö 480 yılında seksen yaşında ölen ve elli yıl bu dini yaymak için çalışan Buda’ya
Sakyamoni de derler. Halk arasında yaygın olan Brahma dini yersiz ve zararlı bir dindir. Bu din
ızdırap verip, felaket getirdiğini ve ıstırap ve felaketlerden kurtulanı ancak geçici ve fani olan dünya
işlerinden el çekmek, dünya varlığına iltifat etmek, zevklerden kaçınmak, arzularını öldürmek ve
doğru olmakla mümkün olacaktır. İnsanlar böyle hareket edip; hiç bir cana kıymazsa, kimseye fenalık
etmezse, malını almaz, yalan söylemezse, kutsal alemi temsil eden ve sükun ve huzur alemi olan
(Nirvana’ya) ulaşabilirler ki Nirvana bütün arzuları yok etmek içindir.
Türklere özgü bir Şamanlığın yaygın olduğu dönemde Göktürk Kağanı To-Po Han’ın
Budizm’i kabul etmesinin, bu dinin Türkler arasında da yayılmasına neden olmuştur (Turan,
1994:103).
Budistler Buda’nın vaazlarının Pali-Kanon adlı bir kitapta toplandığına ve 400 yıl kadar sözlü
olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığına inanırlar. Budizm’in kutsal kitabı üç sepet anlamına gelen
“Tripitaka veya Tipitaka’dır”. Bu kitaplarda rahip ve rahibelerle ilgili kurallar, ayin usulleri, beslenme,
giyinme, Buda’nın hayatı, konuşmaları, vaazların yorumu, Budizm felsefesi vb. ayrıntılı bir şekilde
anlatılır.
Buda’nın öğretisinin başlıca özelliği; Buda’nın aydınlanma sonucu bulmuş olduğu gerçekleri
birer dogma olarak sunacak yerde aydınlanma yöntemini öğretmeyi ve böylelikle yöntemi öğrenen
kimselerin kendi çabalarıyla bu gerçekleri kendilerinin bulup yaşantısal deneyimle doğrulamalarını
öngörmesi, Budalık yolunu herkese açık tutmasıdır. Buda’nın yaşadığı dönemde Budizm bir din, Buda
da bir peygamber değildi.
Nirvana, Batı’da genelde anlaşıldığı gibi ölümden sonra değil, burada ve şu anda
gerçekleştirilebilecek bir ruhsal durumdur. İstek ve tutkuların yok olması, ıstırabın etkili olmayacağı
bir iç barışa, iç suskunluğa, aşkın bir mutluluğa erişmektir. Nirvana’ya erişme isteği de dahil olmak
üzere tüm istek ve tutkular bırakılmadan, olanla, gelenle yetinmekten gelen iyimser bir yetingenlik
kazanılmadan Nirvana gerçekleştirilemez. Nirvana’yı gerçekleştiren kimse bir yandan da günlük
yaşamını normal haliyle sürdürür.
Nirvana’ya erişen kimselerin tek farkı, bu zorunlulukların dışında kalmayı başarabilmesidir.
Eylemlerinde beğenilmek, beğenilmemek gibi bir güdü etkin olmuyor, yaptığı işlerden alkış
beklemiyor, başarı ya da kazanç onu fazla sevindirmediği gibi başarısızlık ya da yitim de fazla
üzmüyor. Kuşkusuz acı da çekiyor ama bunlara bilgece katlanmasını, olayların doğal akımına boyun
eğmesini de biliyor. Beni aşınca bütünle bütünleşiyor. Yarının getireceklerine kaygısız, ben’in
doyumsuzluğundan gelen bütün sorunlara sırtını çevirmiş, şu yaşam nasıl yaşanmalıysa öyle yaşamaya
başlıyor. Özgürlük, coşku, aşkın mutluluk içinde, akıp gitmekte olan yaşam ırmağı içindeki yerinin
bilincine erişiyor. Gerçeğin sözcüklerle kavramlarla değil; ancak yaşantıyla kavranabileceğini savunan
Budizm sözcüklere, kavramlara tutsak olmak yerine onları tam olarak denetim altına almak istiyor.
Budistlere göre; Mazdaizm’de olduğu gibi ölen insanın cesedi pistir.Toprak kutsal kabul
edildiği için ölen kişinin cesedi ya nehre atılır ya vahşi hayvanlara verilir veya yakılarak ölenin
teninin toprağa değerek toprağı kirletmesi önlenir. Hint ve Çinliler de bir Buda’nın yakılan
cesedinin külleri yedi memlekete dağıtılırken, Türkler Budizm’i farklı olarak kabul etmişler ve
bilhassa insan ölüsü ve gömülmemesi ile ilgili inançları benimsememişlerdir
5. Zerdüştîlik
Zerdüşt (M.Ö. 628-551) tarafından kurulmuş olan Zerdüştlük İran'ın millî dini olmuştur. Bu
dinin kültürel geçiş alanı üzerinde bulunan Türk ülkelerinde etkili olduğunu söylemek mümkündür
(Barthold, 1981: 233).
Türkistan'da yayılmış olan Zerdüştîlik, Orta Asya Türk kültür ve sanatı üzerinde de etkili oldu.
Göktürkler kendi tanrılarını İran resim geleneğine göre resmetmekteydiler (Ögel,1984:234). Çin
motifi olan cennet kuşu, Zerdüştîliğe geçti ve onun en önemli sembollerinden biri oldu. Horoz ve
cennet kuşu, ateş ve güneşin sembolüdür (Ögel,1984:192). Zerdüştîlikteki ateş kültü, İran kültüründe
tapınma objesidir. Halbuki Türklerde ateş, temizleme aracıdır. Horasan ve Maveraünnehir yöresi
dışında Hazar kıyılarında da Zerdüştîliğe giren Türkler bulunmaktaydı (Barthold,1975:54).
6. Manihaizm
Mani dini, Mani (216-277) tarafından kurulmuş evrensel karakterli bir dindir. Hıristiyanlık
başta olmak üzere; Mazdaizm, Budizm ve Mezopotamya dinlerinden birçok unsurları içine almakta,
bu açıdan da senkretik bir karakter taşımaktadır. Mani dini, iki prensip; iyi-kötü, karanlık-aydınlık,
nur-zulmet üzerine kurulmuş olup, buna göre yaşadığımız dünya iyi ve kötü unsurların birleşmesinden
meydana gelmiştir. İnsanın ruhu iyiliği, cesedi ise kötülüğü temsil etmektedir. Mani dininin yayılışı,
Soğdlu tüccarlarla olmuştur. Mani dini Uygurlar vasıtasıyla Çin'den Yukarı Asya'ya geri dönmüştür.
Bögü Kağan'ın yardımıyla 763'ten itibaren Uygurların resmi dini Maniheizm oldu (Güngör, 2002,
C.3:272).
Hindistan ve Çin'le olduğu gibi Orta Asya'nın çok eskilerinden beri İran'la da münasebeti
olması nedeniyle Türkler, bu kültürün dinlerinden de etkilenmişlerdir. Türkler arasında geniş bir
taraftar kitlesi elde eden bu İran dinleri Zerdüştîlik, Mazdeizm ile Orta Doğu'nun çeşitli eski
inançlarından, kısmen de Uzak Doğu dinlerinden oluşan Zerdüştîliğe tepki olarak ortaya çıkan
Maniheizm’dir (Ocak,2000:66).
Göktürklerin Budizm’i kabul etmelerinden yaklaşık iki yüzyıl sonra, 763’te Uygur Kağanı
Bögü’nün (760-780) Mani dinine girmesi üzerine bu din Türkler arasında yayılmaya başlamıştır.
Yayıcısından ötürü Manihaizm adını alan bu dinde, maddeyi ve ruhu esas alan bir ikilik
öngörülmüştür. Ana düşüncesi iyilik ve kötülük arasındaki zıtlıktır. İyilik aynı zamanda ışık ve ruh;
kötülük de karanlık ve beden demektir. Evren iyilik ve kötülüğün, insan ise ruh ve bedenin karışımıdır.
İnsanlar, “aşk, inanç, yetkinlik, sabır ve hikmet” gibi beş erdem ile kötülüğe karşı durabilirlerdi. Işık
gönderen güneş ve aya dua etmek ve oruç tutmak da yapılan ibadetler arasında idi (Turan, 1994:105).
Türkler ve Semavi Dinler
Türkler İslâmiyet’i kabul etmeden önce Orta Asya'daki tarihleri boyunca, Çin ve İran
olmak üzere iki büyük kültür dairesinin etkisi altında kalmışlar, dolaylı da olsa Hindistan
kültüründen etkilenmişler ve belirli çevrelerle sınırlı olmasına rağmen Yahudi ve Hristiyan kültürü
ile ilişkide bulunmuşlardır. Türkler Orta Asya'daki kendi kültürleri özünde varlığını korumuş,
ancak belirli ölçüde işaret edilen etkilerle beslenmiştir. Başta Oğuzlar olmak üzere X. yüzyılda
kitleler halinde İslâm dinini kabul etmeye başlayan çeşitli Türk zümreleri, bu yeni ve tamamen
farklı içerikteki dinin kültür çevresine dahil olmuşlardır. Yalnız Türkler İslâm kültürünü, kendi öz
kültürleriyle yoğrulmuş İran ve Çin kültürünün etkilerini almış olarak benimsemişlerdir (Ocak,
2000:84).
Türkler, yukarıda değindiğimiz bu inanç sistemlerinin yanında semavî dinlerin de etkisi
altında kalmıştır. Bu dinlerden Yahudiliği kabul eden tek Türk halkı Hazarlardır. Yahudiliği
benimseyen Hazarların bir kısmı eski Şamanizm’i korumuş, çok az bir kısmı da Hristiyanlığı
seçmiştir. Orta Asya Türkleri, daha Göktürkler döneminde Hristiyanlık ile tanışmışlardır. Türkler,
değişik etkenlerle çevrelerinde karşılaştıkları dinlerden bir çoğuna girdikleri halde bunlar arasında en
sürekli olanı ve ulusal kültürü en çok etkileyeni İslâmiyet olmuştur (Turan,1994:105).
1. Musevilik
Hazarlar, 740 tarihinde Musevîliği kabul etmişlerdir. Musevîlik Hazarların arasında, hakan ve
çevresi veya en çok yönetici ve aristokrat zümreyle sınırlı kalmıştır. Musevîlik, Türklerin arasında
sadece Hazarlarla sınırlı kalmamış; Hazar ve Karayların yanı sıra Kaliz, Kabar, Kıpçak gibi bir kısım
Türk boylarından da Musevî dinine girenler olmuştur (Kuzgun,1993:194).
Musevîliğe geçen Hazarlar, başka dinlere geçen bir çok Türklerde örneklerine rastladığımız
gibi, İbranî yazısını kullandılar. Ancak Türkçe’yi muhafaza ettiler. Azerbaycan'daki Musevî
kolonilerinin tarihi VII-X. yüzyıllara uzanmaktadır. Azerbaycan'da "Dağ Yahudileri" adı altında
bilinen bu Karailerin tarihi de muhtemelen Hazar İmparatorluğu'na bağlanmaktadır (Güngör, 2002,
C3: 279).
İlk önce Şamanizm’e mensup olan Hazarlar Bizans İmparatorluğu, baskılara uğrayan
Yahudilerin gelmesiyle 8. yüzyılda Yahudiliği tanımışlardır. Bununla birlikte Hazar Devleti,
Yahudiliği sonuna kadar resmi bir din olarak korumuştur. Öyle ki, bir rivayete göre, Müslüman
devletlerin bir havrayı yıktırdığını duyan Hazar hükümdarı 922 tarihinde İtil şehrindeki bir minareyi
yıktırmıştır (Togan:158; Akt. Ocak, 1983:61).
2. Hristiyanlık
Türklerin, dinî tarihlerinin belli bir döneminden itibaren temas ettikleri evrensel ve büyük
dinlerden biri de Hıristiyanlıktır. Türklerin Hristiyanlıkla teması çok eskilere uzanmaktadır. Barthold,
Maniheizm’in kesinlikle Orta Asya'da Hristiyanlıktan önce yayılmaya başladığını ve bunun M.S. III.
yüzyıl ile tarihlenebileceğini düşünmektedir. Hristiyanlığın Orta Asya'daki varlığı ile ilgili bilgiler ise
IV. yüzyıldan daha gerilere gitmemektedir (Barthold, 1975:19).
Türklerin Hristiyanlıkla olan temasları daha çok doğu kiliseleri ile olmuştur. Bu çerçevede
Ortodoksluk birinci sırayı almaktadır. Bununla birlikte, Orta Asya söz konusu olduğunda, Bizans
kilisesi değil de, Sasaniler döneminde onun yakın takibine uğrayan Nesturîler, önce İran'a sığınmış;
daha sonra Türklerin arasına girmiştir (Güngör, 2002, C.3: 275).
Nesturîliğin İran'a geçişi ve diğer ülkelere yayılışı gibi, Orta Asya'ya girişi de büyük oranda
ticaret yollarıyla olmuştur. Ön Asya'dan başlayarak, Maveraünnehir'in Baykent, Buhara ve Semerkant
gibi belli başlı büyük şehirlerinden geçen milletler arası İpek Yolu, bir taraftan ekonomik gelişmeyi
sağlarken, diğer taraftan birçok din ve kültürleri beraberinde getirmiş, bölgedeki Türklerin bu manevi
unsurlarla temas etmelerine sebep olmuştur (Togan, 1981, C.1 : 94).
Maveraünnehr'e giren Hıristiyanlık, Zerdüştîlikle Budizm arasında yıllarca sürüp giden
mücadelelerden de yararlanarak hızlı bir şekilde yayılmış ve kısa zamanda çevrede hakim bir din
haline gelmiştir. Nesturîlik Karluklar, Kırgızlar, Uygurlar, Naymanlar, Kereitler ve Kumanların
arasına da nüfuz etmeyi başarmıştır.
Nesturi Hıristiyanlar, Orta Asya'da Süryanîceden başka, Uygur Türkçe’sini de kullanmış
özellikle kitaplarını Süryanî alfabesi ile Uygurca yazmış, Süryaniceden bir çok kitabı da Türkçe’ye
çevirmişlerdir. Ayrıca Farsça’yı da kullanmışlardır. Mezar taşlarında kullanılan tarihlerde, On İki
Hayvanlı Türk Takvimi'ni kullanmışlardır (İnan, 1991.C.2:312).
Ortodoksluk ve diğer Hıristiyan mezhepleri, Doğu Avrupa'da Balkanlar'da, Anadolu'da,
Rusya'da ve Sibirya'da Türklerin arasına nüfuz etmeyi ve hatta kalıcı cemaatler oluşturmayı başardılar.
Hıristiyanlık Balkanlar'a erken dönemlerden itibaren ulaşmış ve IV. yüzyılda Trakya'da önemli bir
yayılma göstermişti. Batıya yönelen Peçenekler, Kıpçaklar ve Uzlar geleneksel Türk dininden sonra
Zerdüştîlik, Mani dini ve İslâmiyet’le temas edip, XI. yüzyılın başlarından itibaren Hıristiyan
propagandasına maruz kaldılar.
Balkanlarda ve Anadolu'da Gagavuzlar, Karamanlılar, Ortodoks Hıristiyan’dır. Bu topluluklar
dilleri Türkçe’yi muhafaza etmeyi başarmışlardır. Karamanlılar 1923’te imzalanan "Türk ve Rum
ahalinin mübadelesine dair mukavele ve buna bağlı protokol" gereği Yunanistan'a göç etmek zorunda
kalmışlardır. Onlardan günümüze Grek alfabesi ile Türkçe yazılmış binlerce kitap, kitabe ve mezar
taşları ulaşmıştır (Güngör,2002,C.3:278).
Çuvaşlar, XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Ortodoks Hıristiyanlığa girdiler. Hakaslar Katolik
Ortodoks’tur. Yakutlar Hıristiyan’dır. Irak'ta, özellikle Kerkük'te, Müslüman Türkmenlerin yanı sıra
bir Katolik Türkmen cemâati de mevcuttur. Türkçe konuşan, ibadetlerini Türkçe yapan ve ilahîlerini
Türkçe söyleyen bu Türkmen Katolik cemaatin nüfusu, otuz bin civarındadır (Hacaloğlu, 1995:150).
Türklerin, Hıristiyanlığın etkisi altına girmelerinin en büyük nedeni, o dönemde Bizans
İmparatorluğu ile sıkı bir ticaret ilişkisine sahip olmalarıdır. Genel olarak Hıristiyan olan Türkleri üç
grupta toplamak mümkündür,
a) Kişi ya da küçük gruplar halinde Hıristiyanlığa geçen Türkler,
b) Din ile birlikte kültürlerini de kökünden değiştirenler,
c) Hıristiyan olmakla birlikte dil ve kültürlerinin birçok özelliklerini koruyanlar (Turan,
1994: 106).
B) İSLAMİYET ÖNCESİ İNANÇ SİSTEMLERİNE BAĞLI KÜLTLER
1. Put-Fetişler (Totemler, Tözler-Ongunlar)
İçinde büyüsel gücün ya da cinin bulunduğuna inanılan taş, boynuz, pençe, post, deri, bez
parçası, figür vb. gibi objelerden yararlanmak amacıyla yapılan çeşitli pratiklere “fetişizm” , söz
konusu objelere de “fetiş” denir. Sözcüğün kökeni Portekizce “feitiço” dan gelmektedir ve büyü,
yapma şey, etkileyici güç anlamlarını taşımaktadır (Örnek, 1988:46).
Batı Afrika’nın dışında, en çok Kuzey Asya’ da görülen bu inanca göre bazı fetişler,
hastaların iyileşmesine yardım ederlerken bazıları da kötülük getirirler. En ünlü fetişler çivili
fetişlerdir. Farklı malzemelerden yapılan bir figürün her yanına çivi çakılır. Fetişlerin üzerine çivi
çakılması farklı biçimlerde yorumlanmaktadır. Hastanın neresi ağrıyorsa fetişin orasına çivi çakarak
benzeşmeye dayalı analoji büyüsü uygulama, fetişin içindeki cine ondan istenileni hatırlatma, fetişi
güzelleştirme gibi (Örnek, 1988:46). Uraz, nazar değmesin diye taşların takılmasını, evlere diken ve
sarımsak asılmasını, başa kurşun dökülmesini, siyah tavuk kanı ile muska yazılması, deve sidiği
içirilerek büyü yapılması vb. olayları fetişizmin biraz değişikliğe uğramış pratikleri olarak
yorumlamaktadır (Uraz, 1994:205).
Türklerde her boyun bir kutsal hayvanı olduğu ve buna “ongun-töz” denildiği bilinmektedir.
Oğuz’un oğullarından her birinin kendisine bağlı Türk boylarınca birer ongunu olduğu kaynaklarca da
kabul edilmektedir. Bu boyların ongunları avcı kuşlardır. Yalnızca Bağ Han’ın ongunu üç kuş ile
gösterilmektedir. Ongun sayılan hayvanlara büyük saygı gösterilmekte, eti yenilmemekte, ok
atılmamakta ve incitilmemektedir. Moğollar ve bir kısım Türklerin, keçeden tanrı resimleri yaptıkları
bunlara ongun dedikleri, bu resimleri evlerinin duvarına astıkları, önlerinde ibadet ettikleri ve
ağızlarına yemeklerinin ilk lokmasını koydukları dikkat çekicidir. Uraz, totem ile ongun arasındaki
farkın, boyların totemlerinin adını aldığı ve o boy içinde birbirleriyle evlenmediklerini, ongun için bu
şartın olmadığı biçiminde özetlemektedir (Uraz, 1994:203).
Ongon ya da töz veya tösler Türklerde genellikle tavşan, ayı, kartal, sincap vd. gibi zoomorf
şekiller altında tasavvur edilmiş olup, "tilik", "kozan", "aba", "bürküt", "tiyin" gibi isimlerle anılırdı.
Türklerde, yıldızlarla ilgili tasavvurlara bağlı olarak, hayvanlarla temsil edilmeleri suretiyle, 12
Hayvanlı Türk Takvimi oluşmuştur. Bu hayvanlar sıçan (fare), ud (inek), pars, tavuşgan (tavşan), it
(köpek) ve tonguz (domuz)dur (Turan,1994:25).
Türklerde atalar kültü problemi bizi tözler konusunda menşe efsanesine götürmektedir.
Gumilev, Türklerde atalar kültünün en büyük delili olarak Bozkurta duyulan saygıyı göstermekte;
hattâ bütün Türk hükümdarlarının kendilerini Asine=Asena soyuna bağlamak istemelerini bunun en
büyük delili olarak görmektedir (Gumilev,1999:122). Göktürkler, kurt menşe efsanesine bağlı olarak,
büyük dinî törenlerini, demircilikte uğraştıkları Altay dağlarının bir vadisinde, beylerin ve asillerin
katılımıyla yapılıyorlardı.
Atalar kültü ile ilgili olarak, Türklerde ataların tasvirlerinin yapılıp saklandığına dair kayıtlar
vardır. Gerçekten de, Orta Asya Türkleri arasında görülen ve bazıları keçeden, paçavradan, kayın
ağacı kabuğundan, bazıları da hayvan derilerinden yapılan sembollere Altaylılar “töz” Yakutlar
“tangara” diyorlardı. Bunlar duvarlara asılır veya torbalarda saklanır, önemli bir yolculuğa veya ava
çıkılırken üzerlerine saçı saçılır, ağızlarına yağ sürülürdü. Moğolların “ongon” adını verdikleri tös
veya töz kelimesi anlam itibariyle “asıl, menşe, kök” demek olup, Uygur ve Hakaniye lehçelerinde de
kelime aynı anlamı ifade etmektedir. Bu sembollere tös veya töz denmesi ise, onların ataların ruhunun
hatırası olarak yapıldığını göstermektedir. Altaylı Türklerin bunlar hakkında “bu babamın tözü”, “şu
anamın tözü”, gibi ifadelere yer verdikleri bilinmektedir. Ayrıca büyük ve ünlü kamların ruhlarına
izafe edilen tözler de vardır (Güngör, 2002, C.3: 264).
Çin kaynakları, tözleri Göktürklerdeki “tanrıların tasvirleri” şeklinde bildirmekte, bazı
araştırmacılar tözlerin put-fetişler olduklarını bildirir. 13. yüzyılda Budist Uygurların tapınağında
rastlanan tözler Uygurların onları tanrılarının tasvirleri olarak değil; fakat ölen yakınlarını temsilen ve
onların anısına yaptıklarını ve tapınaklarda sakladıklarını göstermektedir. Ebu’l-Gazî Bahadır Han’ın,
tözlerle ilgili olarak, “Bir kimsenin yakını öldüğünde onun suretini (kugurcak) yapar ve evinde
saklardı.” şeklindeki ifadesi de tözlerin ölen yakınları veya ataları temsil ettiğini göstermektedir
(Güngör, 2002, C.3: 264).
2. Kült
Kült, yüce ve kutsal olarak bilinen varlıklara karşı gösterilen saygı ve onlara tapınma anlamına
gelmektedir. Bu saygı ve tapınış, duayı, kurbanı, dinsel tören olan belli ritleri gerektirmektedir.
Tapınaklar, toplantı evleri, kutsal olarak bilinen alanlar, tepeler, mağaralar ve nehirler kült olarak
kullanılmıştır. Kültü uygulayan, topluluğu yöneten bir başkan vardır. Kültün uygulandığı bayram ve
tören için belli zamanlar seçilmekte, kült araçları bulundurulmaktadır (Tezcan, 1996: 120).
Bir başka görüşe göre, bir kültün varlığından söz edebilmek için şu üç şartın varlığı
gereklidir;
a. Külte konu olabilecek bir nesne ve kişinin varlığı,
b. Bu nesne ya da şahıstan insana zarar gelebileceğine ilişin inancın varlığı,
c. Bu inancın sonucu olarak faydayı sağlayabilecek, zararı uzaklaştırabilecek ziyaretler,
adaklar, kurbanlar vb. uygulamaların varlığı (Ocak, 2000:113).
3. Atalar Kültü
Atalar kültü, ölmüş ataları tazim ve onlar için kurbanlar sunma inanç ve âdetidir. Ölen
ataların ve özellikle babaların ruhlarının geride kalanlara iyilik ya da kötülüklerinin dokunabileceği
inancı, onlara karşı duyulan minnet duygusu, atalar kültünün temelini oluşturmaktadır. Bununla
birlikte, atalar kültünde ölen her atanın ruhu ve dolayısıyla da mezarı kült konusu olmamakta, yalnızca
saygıdeğer olanlar buna erişmektedirler. Bu anlamda "ölüler kültü" ile atalar kültünü de birbirinden
ayırt etmek gerekmektedir (Güngör, 2002, C.3: 264).
Bu inanca göre, ataların, öldükten sonra da ruhlarının yaşadığına ve toplumla ilişkilerini
koparmadıklarına inanılır.