YA Hepimiz Ölümden Döndük YA DA Çok Güzel Bir Bilim Kurgu...
Reklamlar
-
YORUMSUZ OLARAK SITEDEN ALDIGIM GIBI AKTARIYORUM...
(ALINTI)
Yorumsuz. İleti kutuma baktım, okudum ve şok oldum! Biraz uzun ama lütfen sabredin.
İSTER İNAN İSTER İNANMA.....
Paranoyak olduğunuz izlenmediğiniz anlamına gelmez....
(anonim) Önemli not: Bu öykü tamamıyla bir kurgudur. Öyküde adı
geçen gerçek kişi, yer ve olayla tamamen rastlantısaldır.
Yaklaşık olarak seksen bin İstanbul'lunun hayatını
kurtarmam ilginç tesadüflerin sonucu oldu. Belki de bütün bu tesadüfler,
bir tesadüf değildi, belki de kaderdi. Ne derseniz deyin işte.
Komplo teorilerini çok sevmem ve deprem konusundaki paranoyak ilgim de tabi
buna katkı sağladı. Ne olursa olsun yaptığım işten ve odamda duran
devlet üstün hizmet madalyasından gurur duyuyorum.
Bütün olan biteni en baştan anlatmak sanırım en doğrusu.
17 Ağustosta meydana gelen korkunç depremden sonra ister
paranoya deyin ister merak, eskiden hakkında hiçbir şey bilmediğim
depremler ve depremle alakalı her şeyle ilgilenmeye başlamıştım.
Teorik bilgiler, üniversite hocalarının çıktığı televizyon programları ve
hatta bu konuda yazılmış pek çok kitabı yuttum. Bütün bu ufak
çaplı bilgi birikimime ek olarak, Türkiye'de olan depremleri
Kandilli rasathanesinin web sitesinden her gün takip ediyordum.
Her sabah işe gelince, İnternete bağlanıp bir gün önce
olmuş depremleri inceleme gibi manyakça bir alışkanlık
edinmiştim. İlk zamanlar bu sayfaya öylesine şöyle bir bakıyordum, yani
deprem olmuş mu? diye. Daha sonraları ise sistematik olarak
depremleri incelemeye başlamıştım. Depremleri önceden tahmin etmek ya da
bilimsel bir makale yazmak gibi büyük amaçlarım yoktu. Öylesine
bakıyordum işte.
Depremler nerede yoğunlaşıyor? Zamanla ya da başka bir
şeyle bağlantısı var mı? diye inceliyordum. Bu benim için bir
tür hobi olmuştu. Sanırım yaptığım bütün bu beyhude amatör
bilimsel çalışmalar, 17 Ağustos büyük depreminden sonra ben de
oluşan korkuyu bir nebze azaltmak içindi. Korkum kesinlikle ölüm
değildi. Beni asıl korkutan, bir enkazın altında çaresiz bir fare gibi
kalıp ölmekti ve bu korku hiç de yersiz değildi. Büyük depremle ilgili
çok kötü anılarım var. Ne kadar ısrar ederseniz edin bu konuya
hiç girmeyeceğim.
Neyse, biz yine olaylara dönelim. Her gün olan deprem
kayıtlarını o kadar dikkatli takip ediyordum ki günlük kayıtlarla, bir
hafta öncesine kadar uzanan kayıtlar arasındaki herhangi bir
anlamlı ufak bir bağlantıyı bile hemen fark edebiliyordum. Bu konuda
neredeyse keskin sezgilerim oluşmuştu. Zaten her şeyi de bu sezgim
sayesinde keşfettim.
Keşfettiğim şey ise aslında bir tesadüf gibi duruyordu.
Bir hafta boyunca, peşi sıra, günün farklı zamanlarında ama hep
aynı yerde (Bolunun bir ilçesi), aynı şiddette (3.5) ve aynı
derinlikte (3 km) üç deprem dikkatimi çek ti hemen. 3.5 şiddetindeki bir
deprem insanlar tarafından hissedilmez. Sadece aygıtlar fark
eder. Benim fark ettiğimi Kandilli'deki uzmanlar da fark etmiştir
muhakkak ama sanırım şiddeti çok düşük olunca dikkate almadılar.
Birbirinin tıpatıp aynı deprem silsilesinden sonra iki
hafta boyunca Bolu'da hemen hiçbir deprem görülmedi. Ben tam
paranoyalarımdan kurtulmak üzereyken tuhaf bir şekilde tekrar benzer
depremler olmaya başladı. Bu sefer dört tane deprem olmuştu. Bu sefer
Bolu'nun başka bir ilçesindeydi. Depremler yine aynı şekilde, yer,
şiddet ve derinlik olarak birbirinin tıpatıp aynıydı. Bu kadar
tesadüfi olması bana şaşırtıcı gelmişti. Tekrar deprem paranoyalarım
başlamıştı.
Aklıma ilk gelen olasılık, aslında tek bir deprem
olduğunu ama web sitesine aynı depremin yanlışlıkla birden fazla
girildiği olmuştu. Akla yakın ve doğru gibi gözüküyordu ama yine de bu
teori benim kaygılarımı gidermedi.
Uykusuz bir geçen paranoyak bir gecenin sabahında işe
gidince ilk işim Kandilli rasathanesini telefonla aramak oldu. Benim
gibi paranoyak sayılabilecek insanların aşırı vesveseli
şikayetlerine alışmış olan sabırlı ve anlayışlı görevli, korkulacak
bir şey olmadığını, depremlerin kayıtlara yanlışlıkla birden
fazla girilmiş olduğunu söyleyip kibarca beni başından savdı. Daha
sonra beni bir telesekretere bağlayıp depremle ve depreme hazırlıkla
ilgili uzun ve sıkıcı bir bant kaydına yönlendirdi. Hepsi de ezbere
bildiğim şeyler olduğu için hemen kapadım telefonu.
Görevli de kendince haklıydı çünkü benim gibi günde
yüzlerce arayan kişi ile başka türlü başa çıkamazdı. Yine de kaygım
geçmemişti. İçimden bir ses bu deprem silsilesinde bir tuhaflık
olduğunu söylüyordu. Sezgilerime güvenirdim ama bunu nasıl
araştıracaktım.
İlk iş olarak zamanları dışında birbirinin tıpatıp aynı
olan iki deprem dizisinin enlem ve boylamlarını dikkatlice not
ettim. Sezgi, paranoya vs. işte ne derseniz deyin içimden bir ses
garip bir şekilde depremlerin olduğu yere gitmemi söylüyordu. Bu fikri
karıma çekinerek açtığımda gülerek benim tatlı bir paranoyak olduğumu ama
bu izlenmediğim anlamına gelmediğini söyleyip (yine aynı
bayat espri) bir güzel dalga geçti fakat benimle birlikte Bolu'nun
ilçesine gitmeyi itirazsız kabul etti. "Ne güzel işte, piknik
yaparız, sen de ne göreceksen görürsün benim tatlı paranoyağım" dedi.
Planımız, benzer depremlerin olduğu iki yeri görmek ve
daha sonra dönüşte Abant'a uğrayıp ufak bir piknik yapmaktı. Pazar
günü sabahtan arabaya atlayıp önce Bolu'ya ardından da önce o
ilçeye ve sonra enlem ve boylama göre haritadan bulduğum o köye
gittik. Konu doğrudan Milli Güvenlik ile ilgili olduğu için ilçenin
ve köyün adını size maalesef açıklayamam. Yerleri tam olarak belirlemek
için oraya giderken, yanımda Almanya'dan aldığım ufak GPS cihazını
da yanıma almıştım.
Depremlerin olduğu ilk köy sıradan bir Anadolu köyüydü.
Tahmin ettiğim gibi köylüler olan depremleri hatırlamıyorlardı.
3.5 şiddetindeki bir deprem 500 metre uzaktan geçen bir Tır
kadar etki yapar. Yine de muhtar misafirperverlik gösterip bize
rehberlik etmesi
için bir delikanlıyı yanımıza vermişti. Depremin olduğu
tam enlem ve boylam köyden beş kilometre uzaklıktaydı. Gittiğimiz
yerde gördüğümüz sadece ama sadece boş tarlalardı. Tam hayal kırıklığı
içinde geri dönüyorken yaklaşık üç yüz metre uzakta belli belirsiz
görünen uzun çelik kuleyi gördüm. Bu mesafeden ne olduğu pek
seçilmiyordu. Bize eşlik eden delikanlıya gördüğümüzün ne olduğunu sordum.
Delikanlı sanki bizimle birlikte ilk defa görüyormuş gibi baktı ve
yüzünü kırıştırıp biraz düşündü. Sonra birden hatırladı, bir
şirket yer altı kaynak suyu arıyormuş. Uzaktan gördüğümüz uzun çelik
kule de petrolcülerin kullandığı türden bir delme makinesiydi.
Alık genci köye bırakıp, muhtarın paşa çayını içip, Ankara'ya
bekleriz dedikten sonra diğer noktaya gittik. Karım biraz mırın kırın
ettiyse de söz erdiğini hatırlatıp diğer köye gittik.
Yaklaşık kırk beş dakikalık bir yolculuktan sonra başka
bir köydeydik. Bu sefer bize bir rehber verecek anlayışlı
bir muhtar bulamadık çünkü köy neredeyse boşalmış gibiydi. Issız
bir vahşi batı kasabası gibiydi. Mecburen elimdeki GPS cihazına güvenip
arabayla toprak bir yola saptık. Elimdeki GPS cihazı çok hassas değildi ama
yine de artı yada eksi 50 metrelik bir hassasiyet işimi fazlası ile görürdü.
Sonuçta belirlediğim enlem ve boylama gelince GPS cihazı dıt dıt
etti. Yeni biçilmiş buğday tarlasının yanındaydık. Çocuğunun
yaptığı numaralara aşırı bir hoşgörü ile bakan bir anne gibi gözlerini
üstüme dikmiş
olan karım bu olaydan sıkılmaya başlamıştı. Arabadan
inip tarlanın ortasında etrafa şöyle bir bakarken birden onu gördüm.
Aman allahım!
Bir saat önce gördüğümüz çelik kulenin neredeyse tıpatıp
aynısı yaklaşık bir kilometre uzakta duruyordu.
Bu bir tesadüf müydü? İçimden bir ses "Bu da mı bir
tesadüf" diye soruyu farklı şekilde tekrarladı. En iyisi şu tuhaf
çelik kuleye ve
yanındaki barakaya bir bakmalıydım. Karımın "delirdin mi
sen?"
türündeki itirazlarına rağmen kulenin yanına gittik ama
pek hoş karşılanmadık.
Daha kuleye varmamıza 50 metre kala yolda bir bariyer
bizi durdurdu. Elinde bir avcı tüfeği tutan hapishane kaçkını bir adam
hiç de sevimli olmayan bir şekilde bizimle konuşup eliyle
gösterdiği "oranın" yasak olduğunu söyledi. Mecburen
geri dönmek zorunda kaldık. Normal şartlarda kuru gürültüye pabuç
bırakmazdım ama karım epey bir tedirgin olmuştu. Yine de uzaktan
zorlukla görebildiğim tabelayı okuyabilmiştim: Akdorme İnşaat ve
Taahhüt limited şirketi.
Peki Akdorme şirketinin bu kabalığı niyeydi? Yer altı su kaynağı
arayan bir şirket için güvenlik biraz abartılmamış mıydı?
Şirketin adını not defterime kaydederken bu düşünceler beynime
üşüşmüştü. Arabayla biraz gittikten sonra çelik kulenin olduğu
yerden epey şiddetli bir patlama sesi geldi. "Sanırım sondaj için
dinamit kullanıyorlar" diye içimden geçirdim. Patlamanın asıl
sebebini merak etmiştim ama karımı daha fazla tedirgin etmemek için
direksiyonu Abant'a kırdım.
Ertesi gün işyerinde bilgisayarımı açıp internete
girdiğimde yine rutin olarak bir gün önce olmuş depremlere baktım.
Bolu'da yine 3.5
şiddetinde bir deprem olmuştu. Depremin zamanına bakınca
hayret ettim. Çelik kulenin yanından ayrılırken meydana gelen
patlamanın zamanı ile çok yakındı. Hemen depremin yerine baktım.
Hayal kırıklığı. Deprem sondaj yapılan yerin 30 km
ötesinde bulunuyordu. Zaten tonlarca dinamit yığsan bile 3.5
şiddetinde bir deprem oluşturmazdı. Fakat yine de olaylar arasında
tesadüflerle açıklanamayacak bir sürü bağlantı vardı. En iyisi şu
Akdorme inşaat şirketini bir araştırmak iyi olacaktı.
Odalar Birliği, Sanayi Bakanlığı ve MTA'da çalışan
okurlarımın yardımlarıyla Akdorme Şirketi hakkında epey bir bilgi
sahibi oldum. Orta çaplı, elli kişinin çalıştığı, inşaat, taahhüt,
ithalat, ihracat vs. gibi uzun bir listesi olan sıradan bir şirketti.
Genel Merkezi İstanbul'daydı. İki ilginç bilgi ilgimi çekti;
Şirket üç ay önce kurulmuştu. Kurulur kurulmaz, on beş
farklı yerde kaynak suyu aramak için MTA'dan izin almıştı. İzin için
başvurduğu yerler Bolu ve civarıydı. MTA'da çalışan ve Maden
Mühendisi olan okurum şirketin buralarda maden suyu aramasını tuhaf
bulmuştu. Çünkü dediğine göre maden suyu pek aranmazdı, ayrıca köylerine
fabrika yapılması için sürekli çağrıda bulunan bir çok yerde
zaten hazır maden suyu kaynağı vardı. Yani arayış ona gereksiz bir
çaba olarak gelmişti. Çelik kuleden ve patlamalardan bahsedince, bu
tür bir aramanın pek usule uygun olmadığını ekledi.
Okurumdan Akdorme şirketinin nerelerde arama yapmak için
izin aldığını ve lokasyonlarını bana iletip iletemeyeceğini
sordum. Bunun kurallara aykırı olduğunu ama sevgili yazarı için bir
güzellik yapacağını söyledi. İnsanın okurları olması çok güzel
bir duygu. İçimdeki şüpheler ve karımın "teknolojik komple
teorileri" diyerek dalga geçtiği düşüncelerle geçen iki günün sonunda
okurumdan bir e-mail geldi. Şirketin maden suyu aramak için izin aldığı
yerlerin enlem ve boylam olarak tam yerleri e-mail ile birlikte
gönderilmişti. Tam tamına on beş yer.
Akşam eve dönünce ilk işim büyük bir Marmara haritasının
üzerinde
on
beş araştırma yerini kırmızı başı olan toplu iğnelerle
işaretlemek
oldu. Enlemi boylamı buluyordum ve oraya bir iğneyi
yerleştiriyordum. On beşinci iğneyi de yerleştirdiğimde
ortaya
tuhaf
bir şey çıkmıştı: iğnelerden oluşma iki çizgi.
Aslında tam çizgi sayılmazdılar, biraz bombeleri vardı.
Sonra
düşündüm. Tabi ya! Dünya yuvarlaktı. Yuvarlak olduğu
için küre
üzerindeki düz bir yay, iki boyutlu haritada bombeli
duruyordu.
Sekiz tane iğne bir çizgi, kalan yedi tane iğne ise bir
başka
çizgi
oluşturuyordu. İki çizgi bir üçgenin kenarları gibi
duruyordu ve
uzatılırsa bir yerde birleşecekler gibi aralarında açı
vardı.
Çayımdan bir yudum alıp duvardaki haritaya biraz geriden
baktım.
On
beş tane sondaj yerinin böyle iki çizgi oluşturması da
mı
tesadüftü?
Karımı çağırdım, bakmasını istedim. O da şaşırdım. Bu
sefer
hemen
tatlı paranoyağım demedi. O da benim gibi bu düzenli iki
çizgiden
huzursuzlanmıştı.
İkimizin de aklından geçen şey aynıydı sanırım. Çizgiler
nasıl
böyle
dümdüz olabiliyordu ve ikisi nerede birleşiyordu?
Açıkçası o
anda
iki
çizgiyi bir cetvelle uzatıp birleştirmekten korktum.
"Karım hadi dışarıda yemek yiyelim "dedi nedensiz.
Çizgileri
birleştirmekten nedense ben de çekinmiştim. Teklifi
hemen kabul
ettim. Dışarı çıkıp yakınlardaki bir kebapçıda güzel bir
köfte
yedik.
İkimizde eve dönmekten çekinir gibiydik. Epey bir
oyalandıktan
sonra
gece yarısı tekrar eve döndük.
Biraz oyalandıktan sonra tekrar haritanın başına geçtim.
Elime
bir
cetvel alıp iki çizgiyi de cetvelle uzattım. Marmara
denizinin
üstünde bir yerde birleştiler. Birleştikleri yere
bakınca
dehşete
kapıldım.
Burası kuzey Anadolu fay hattının üzerindeydi ve
özellikle bu
bölge
fay hattının en çok gerilime sahip kısmıydı. Zaten olası
büyük
İstanbul depreminin buralarda olması bekleniyordu çünkü
bütün
yük
neredeyse burada odaklanmıştı. Deprem konusundaki daha
önceki
araştırmalarımdan biliyordum bu bölgeyi. Bir çok metinde
"tetik
bölgesi" olarak anılıyordu.
Bütün bunların tesadüf olmadığını biliyordum. Akdorme
şirketi ve
arkasındakilerin bir şeyler çevirdiğine emindim. Ama ne?
Aklıma ilk gelen şey, bu şirketin büyük İstanbul
depremini daha
erken
ya da belirlenen bir zamanda yapmak istemesiydi. İyi de
nasıl?
Yer
altında meydana gelebilecek patlamalar asla büyük
depremi
tetikleyemezdi? Mi acaba? Tetikleyemezdi. Ancak yer altı
nükleer
denemelerde olabilirdi. Bir atom bombası
patlatamayacaklarına
göre
nasıl yapacaklardı?
Nasıl? Evet nasıl? Beni bu noktaya kadar getiren
sezgilerim
doğru
yolda olduğumu söylüyordu. Kötücül bir şey vardı bu
sıralanışta
ama
ne?
Neredeyse gece gündüz hep bunu düşünerek bir hafta
geçirdim.
Mühendislik bilgimin tümünü kullanarak bir
çözüm bulmaya
çalışıyordum
ama nafile. Bir şey bulmadan da hiçbir resmi makama
başvuramazdım.
Ne
diyecektim? Bu adamlar bu sondaj aygıtları ve birkaç
dinamitle
İstanbul'da deprem oluşturmaya çalışıyorlar. Tabi ki
inanmazlardı.
Bunu düşünerek eve giderken havanın güzel olduğunu
düşünüp parka
oturmaya karar verdim. Gazetemi açıp okurken sıkıldım,
bir
kenara
koydum. Parktaki ufak bahçesindeki çocuklar gözüme
takıldı. Bir
ufak
çocuk salıncakta sallanıyordu. Annesi ve babası
sallıyordu. İlgi
çekici olan bir şey yoktu. Babası salıncağın arka
tarafında
itiyor,
salıncak tam annenin hizasına gelince anne de salıncağı
itiyordu.
Çocuk sevinçle kahkaha atıyordu. Bu mutlu aile tablosu
nedense
benim
farklı bir şekilde ilgimi çekti.
Bir süre bakıp mırıldanır gibi "Anne salıncağı rezonansa
getiriyor"
dedim.
Rezonans! Çok zekice ve dahice. Yiğidi öldür hakkını
ver.
Adamlar
çok
akıllıca düşünmüşlerdi. Evet ya, rezonans. Nasıl oldu da
daha
önce
bunu düşünmedim bunu?
İster salıncak olsun ister Los Angeles'taki bir asma
köprü, her
şeyin
bir doğal salınma frekansı vardı. Salıncak gibi basit
bir
sistemde
doğal salınma frekansını bulmak kolaydı. Zaten annenin
yaptığı
da
buydu. Doğal salınma frekansında çok ufak bir güç
uyguluyordu.
Doğal
frekansla, uygulanan kuvvetin frekansı aynıysa sistem
rezonansa
girerdi. Sistemin salınımları gitgide büyür ve en
sonunda sistem
çökerdi. Bu yüzden askerler köprülerden düzenli
adımlarla
geçmezlerdi
çünkü bu şekilde Fransa'da bir köprü yıkılmıştı. Ve tabi
ki Los
Angeles 'da yıkılan o meşhur asma köprü. Şiddetli
olmamasına
rağmen
rüzgarın frekansı köprüyü yıkmıştı.
Evet ya, rezonans. Bu kadar basitti açıklaması. Her şey
rezonansla
çok kolaydı. Atom bombası patlatmaya gerek yoktu. Ardı
sıra fak
patlamalarla kuzey Anadolu fay hattının en zayıf yeri
rezonansa
getirilebilirdi. Rezonansa gelen fay hattı sonunda
kırılacaktı
ve...
Bu ufak depremler fay hattının doğal rezonansını
belirlemek için
yapılmıştı. Çok basit ve aynı zamanda ölümcül bir
denklem.
Çelik kuleler peşi sıra dinamitlerini patlatıp bir şok
dalgası
yaratacaklardı. Şok dalgası çok hızlı ilerler. Birinci
çelik
kulenin
altında patlayan TNT'nin şok dalgası ikinci kuleye
erişince o da
patlıyordu ve sonra üç, dört.. diğer çizgideki kulelerde
aynı
şeyi
yapıyordu. Sonuçta tek ve büyük bir şok dalgası fayın o
kısmını
vuracaktı. Fakat bu bir kez değil, fay rezonansa
getirmek için
bir
den fazla olacaktı ta ki deprem oluncaya kadar.
Fayın o bölgedeki frekansını bulduktan sonra gerisi çok
kolay
bir
mühendislik hesabıydı. Zaten o çelik kulelerde
patlayıcıları
yere
gömmek için yapılmıştı.
Parkta öyle kalakalmıştım. Çocuğun salıncağı deliler
gibi
sallanmaya
başlamıştı çünkü annesi onu rezonansa getirmişti.
Hemen eve gittim. Karımın bütün itirazlarına rağmen olan
biteni
tek
tek yazdım. Tabi ki Kandilli rasathanesi kayıtlarını,
Akdorme
şirketi
ile ilgili her şey, çelik kulelerin tam yeri ve tabi ki
oluşturduğum
harita.
Tüm bunların bir kopyasını çıkartıp Kandilli
Rasathanesine Prof.
Ahmet Mete Işıkara'ya gönderdim. Asılları ise yanıma
alıp
doğruca
Yenimahallede bulunan MIT müsteşarlığına gittim.
Kapıda pek hoş karşılanmadım ama ısrarlarım sonucu bir
yetkili
ile
görüşmemi kabul ettiler. Beyaz bir masanın başında dört
çay
içtikten
sonra beni içeri aldılar.
Öykümü dinleyen üç görevli beklentilerimin tersine beni
başlarından
savmadılar. Beklememi rica edip başka bir bekleme
odasına
aldılar.
Neredeyse bir saat boyunca bekledikten sonra bu sefer
amirleri
olduğunu sandığım bir adamla geri geldiler. Adama
sürekli
"efendim"
diye hitap ediyorlardı. Benden demin anlattıklarımı ona
da
detaylı
olarak anlatmamı istediler. Ben heyecanla anlatırken tüm
belgeleri
tek tek incelediler. Ama beyaz saçlı amir pür dikkat
beni
dinliyordu.
Bazen aydınlatmamı istediği bir nokta için "Emin bey"
diye
lafımı
kesiyordu. Cevap alınca da önündeki kağıda not alıyordu.
Neredeyse
iki saat boyunca böyle konuştuk.
Garip. Beni beklediğimden çok ciddiye almışlardı. Hatta
gelirken
kapıdan kovulacağımı bile düşünmüştüm.
Amirleri olduğunu sandığım kişi notlarını son bir kez
kontrol
ettikten sonra konuşmaya başladı.
"Emin bey, sizi bize Allah gönderdi. Uzun zamandır böyle
bir
inşaat
şirketinin peşindeydik çünkü bir inşaat şirketinin bizi
pek de
çok
sevmeyen bir ülke istihbarat teşkilatının kurdurduğunu
iki ay
önce
öğrendik. İstihbarat eksik olduğu için şirketin amacını
ve adını
bir
türlü öğrenemedik. Şimdi elimizde bir şey var. Normal
şartlarda
sizi
ciddiye almazdık. Benimle görüşmeniz bir hayaldi. Olayı
araştırmadan
hiçbir şey yapamayız.
Bu noktadan sonra olayı bize bırakmanızı rica ediyorum.
Sizden
başka
kim biliyor bunu?" dedi.
Karım. Bir de Ahmet Mete Işıkara'a hocaya gönderdim."
"Anlıyorum. Biz de zaten hocamıza başvuracağız. Sizden
ve
karınızdan
sessiz kalmanızı rica ediyorum. Konu bir boyutuyla Milli
Güvenlik
ile
ilgili."
"Tabi. Biz de askerlik yaptık" dedim gülümseyerek.
Hepsi de gülümsedi. "Peki. Şimdi sizi evinize
bırakacağız ve
muhakkak
gelişmelerden size haberdar edeceğiz. Bu arada normal
hayatınızı
sürdürün. İşinize gücünüze bakın. Tanıştığımıza memnun
oldum
Emin
bey.
Bundan sonraki bir ay boyunca hiçbir ses çıkmadı. Karım
bu
arada "Sevgili Ajanım, vatan kurtarmaktan vakit bulursan
marketten
bir şeyler alsan" diye benimle dalga geçiyordu. Ajan
aşağı ajan
yukarı.
Hiçbir şey çıkmayınca ben de kendi komplo teorimin saçma
olduğuna
inanacaktım neredeyse.
Tam olayı unutmaya hazırlanırken cep telefonum çaldı.
Arayan
kendini
tanıttı. MIT'te benimle konuşan kır saçlı adamdı.
Telefonda detay veremeyeceğini ama ertesi akşam için
işim olup
olmadığını sordu. Ben de yok deyince, takım elbise ve
kravatla
resmi
giyinmemi, bir toplantıya katılacağımı söyledi. Gelip
beni
kendisi
alacakmış.
"Peki" dedim.
Akşam bir kokteyle katılacakmışım gibi gayet şık bir
şekilde
hazırlandım. Nereye gideceğimizi ve niye böyle resmi
giyinmek
zorunda
olduğumu anlamadım.
Sonunda kırmızı plakalı bir Mercedes beni evden aldı.
Arka
tarafta
kır saçlı o bey vardı. Sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi
sohbet
ettik.
"Emin bey, dedikleriniz harfi harfine doğru çıktı. Bütün
kuleleri
Jandarma bastı ve dediğiniz şekilde yüzlerce kilo TNT
toprağa
gömülmüş halde bulundu. Şirketi kurmak ve olayı yapmak
için bir
sürü
ajanı Türkiye'ye sokmuşlar. Halkı telaşlandırmamak için
olay hiç
duyurulmadı. İşi yapan ülkeyi biliyoruz ama ispat
edemiyoruz.
Zaten
şu anda açıklanırsa ülkemiz açısından nahoş olaylar
olabilir.
Amaçları basit. Krizden hala çıkamamış Türkiye'de bir
büyük
İstanbul
depremi ile ülkemizi bir kaosa sürüklemek istiyorlardı.
Biliyorsunuz,
bu çok büyük bir felaket olurdu.
Neyse. Sonuçta gerçekten çok iyi bir iş başardınız Emin
Bey"
dedi.
"Peki şimdi nereye gidiyoruz." diye sordum.
"Başbakanlığa" dedi.
"Başbakanlığa mı? ama ne için?"
"Evet. Sizin için bir ufak bir tören düzenlendi. Tabi
gazeteciler
yok. Biz bizeyiz. Gidince göreceksiniz" dedi ve
gülümsedi.
Daha sonra olan biten benim için tam bir sürpriz oldu.
Bizzat
başbakanın olduğu ve ben dahil olmak üzere beş kişinin
katıldığı
ufak
törende Devlet Üstün Hizmet Madalyası verildi. Tören
kısa sürdü.
Başbakanla ayak üstü sohbet ettik. O da benim gibi bir
şair
olduğu
için tabi ki konu hemen şiirden açıldı. Şiirlerimden
birini
ezberimden okudum, o da sağ olsun bir kitabını imzalayıp
verdi.
Kütüphanemde durur hala.
Başbakanın işi olduğu için gitmesi gerekiyordu. Kadife
bir kutu
içinde Devlet Üstün Hizmet Madalyası verildi, bir de
dolmakalemle
yazılmış bir berat. Gurur içindeydim. Başbakan tam
ayrılırken
tokalaştık.
"Efendim, bütün bu olup bitenleri bir bilimkurgu öyküsü
olarak
yazabilir miyim?"
Başbakan tereddütte kalmış bir şekilde kır saçlı adama
döndü.
"Ne dersiniz? Emin bey yazsa sorun çıkar mı?"
"Hayır efendim. Bu o kadar sıra dışı bir olay ki aynen
yazsa
bile
kimse doğru olduğuna inanmayacaktır. Olduğu gibi
yazabilir.
Sadece
öykünün başına bütün bir öykünün kurgu olduğunu belirtir
bir
ibare
koyarsa iyi olur. Bir de şirket ismini değiştirirse
bizce hiçbir
sorun yok." dedi gülümseyerek.
Ben de gülümsedim. Başbakan tekrar yaptıklarım için ve
olası bir
depremde ölecek 80.000 İstanbul'lunun hayatını
kurtardığım için
teşekkür etti. Seçimlerde kime oy vereceğimi sorup biraz
takıldı.
Kırmızı plakalı Mercedes ile eve dönerken çok garip
hissediyordum
kendimi. Elimdeki kadife kaplı kutunun içindeki özel
madalya
gururun
ötesinde bir his veriyordu bana. Kahramanlık?
Seçilmişlik? Kim
bilir...
Neyse. Karım bir daha bana "tatlı paranoyağım" demedi.
Madalyayı
büfeye koyma teklifini Milli Güvenlik ve tozlanmasın
diye
reddettim.
Artık ben onun "kahramanıyım". Belki de hep öyleydim
yoksa böyle
harika bir kadın benimle niye evlenirdi ki?
Mehmet Emin ARI
ilgili link burası: http://www.sinanoglu.net/modules.php...rticle&sid=165
Reklamlar
-
bu ne abi yaw oku oku bitmio ne kadar uzun bi yazıymış bu kimsenin sonuna kadar okumaya kalbi daynmaz heralde şahsen benim dayanmadı
PAMUKTAN PRENSES Mİ OLUR??? PRENSES DEDİĞİN TAŞ GİBİ OLUR
-
vah diyorum ve adamı tebrik ediyorum helal olsun adama, böyle insanlar varmıydı yav ülkemizde helal olsun...
-
ben hepsini okudum...
ama,ne diyim.en iyisi bişe demiyim.
heralde doğrudur
-
BRAVO KARDEŞİM vatandaşlık budur eline sağlık noktasına kadar okudum ve anladım kabul ediyorum
MT İZMİR HUZUR EVİ SAKİNİ
nereye gittiğin değil kiminle gittiğin ÖNEMLİDİR :wiinkk
CENGOMOTO
-
vah diyorum ve adamı tebrik ediyorum helal olsun adama, böyle insanlar varmıydı yav ülkemizde helal olsun...
yoktur heralde
PAMUKTAN PRENSES Mİ OLUR??? PRENSES DEDİĞİN TAŞ GİBİ OLUR
-
Yazı uzun gercekten. Yine bir deprem muhabbeti gibi geliyor. İnsan okumaktan vazgecmek istiyor ama. Hersey sonra çıkıyor ortaya teker teker çözülüyor. Ne diyeyim. Eger gercekse de helal olsun kurgu ise de helal olsun. Her iki şekilde de iyi iş çıkarmış.
-
macera ile bilimkurgu arası hoş bir hikaye...
tabii "rezonans" olayının tam olarak ne demek olduğunu pek kavrayamamamış yazarımız, ama olsun üslubu falan fena değil.
Internet fırsatlar dünyasıdır, bakarsınız bu arkadaşın da yakında kitapları çıkar ama bu arada bir üniversitenin fizik bölümüne falan gitse bari !
-
-
Mel Gibson'un Komplo Teorisi filminin Türkiye versiyonunun senaryosunu okuyor gibi hissettim birden kendimi. İki gün sonra bunun benzeri bir film çıkarsa bile çok şaşırmam. Ama kurgu fena değil, çalışmış eleman.. Hadi bakalım..
Kralını tanımam. Edirne Motorcycle Club!!!
-
daha çok politik kurgu.. hepsini okudum bitmeyecek gibi geldi.. bence böyle insanlar edebiyat ve görsel alanlarda -sinema gibi- kendilerini denemeliler.. bence güzel bir gerilim-kurgu filmi senaryosu olurdu bu anlatılandan..
-
vay be ! etkileyici
-
dostum diyecek bişey bulamadım ama yaptıgın şey taktire deger bir iş saygı duydum teşekürler bizle paylaştıgın için bu olayı
-
Atatürk boşuna türk insanı Zekidir dememiş
-
kurguysa bile helal olsun uzun olmasına rağmen tek seferde okudum
-
walla kurguysa çok gzl manyak bi film olabilir ama eğer gerçekse helal olsun bi madalya az bile bence
-
arkadaşlar bu hikayeyi yazan adam mehmet emin arı(hikayenin dibinde adı yazıyor), nette bi arama yaptım ve bu adam bilim kurgu ödülü almış yani hikaye tamamen hikayeymiş...
''turk.internet.com okuyucularının yakından tanıdığı Mehmet Emin Arı, 2003 TBD Bilim Kurgu Ödülünü aldı. Ödül ve hikayelerle ilgili olarak kendisiyle röportaj yaptık.''
http://turk.internet.com/haber/yazig...p3?yaziid=8536
turk.internet.com : Bilim Kurgu hikayeleri yazmaya nasıl başladınız?
Mehmet Emin Arı : Yaklaşık üç yıl önce bilimkurgu fikrini üstat Hilmi Yavuz önerdi. Bir akrabası arkadaşımdı. Değerlendirmesi için yazılarımı ve şiirlerimi gönderdiğimde “bilimkurguyu denemeli” demiş. O zaman için açıkçası bir anlam verememiştim. “Neden olmasın? Bir deneyeyim” deyip ilk öyküm olan “Tanrının yüzüncü adını” yazdım. Daha sonra gerisi geldi. Bilimkurguyu yazmayı seviyorum ama sadece bilimkurgu yazarı olarak tanınmak pek hoşuma gitmiyor. Normal öykülerim, denemelerim ve en önemlisi şiirlerim öksüz kalıyor gibi.
-
"Sevgili Ajanım, vatan kurtarmaktan vakit bulursan
marketten
bir şeyler alsan"
İşte burada koptum . Ayrıca bilmiyorum doğalmıdır ama gözlerim yaşardı bazı yerlede ve öyle bir kurguyla yazılmış ki! Gerçek mi yoksa kurgu mu anlamak çok zor, çünkü hikayenin başında kurgu olduğu sonlarında ise kurgu şeklinde yayınlanırsa bir sorun teşkil etmeyeceği söylenmiş . Film haline getirilirse bence çok güzel olur ...
Eşini Seviyorsan, Onun (2 teker) Hayallerini de Seveceksin.
-
uzun bi yazı ama keyifliydi okunaklı ve sürükleyici yazmış tabiki ne kadar doğru oda muamma Yinede Allah Başımıza Vermesin Deprem Yada Felakatleri....
-
Reklamlar
Konu içerisindeki kullanıcılar
Şu an bu konu içerisinde 1 kullanıcı var. (0 üye ve 1 misafir)
Bu Konudaki Etiketler