Sana kendimi anlatabilmek isterdim; korkularımı, umutlarımı, bazı geceler nasıl çaresiz kaldığım, zor taşınan hasretler yüklediğimi yüreğime; sel gibi aksa da göz yaşlarımın sürükleyip götüremediği acılara saplandığımı…
Hani, insanın elinin kolunun kalkmadığı günler vardır. Hiç bir ziyafet iştah açıcı gelmez. Kuşlara ıslıkla eşlik etmezsin, türkü söylemez, şiir okumazsın. Başını kaldırmazsın gökyüzüne; ne rüzgarı, ne güneşi hissetmezsin yüzünde… Kalbin, hayatta olduğundan atıyordur; yüreğin, yaşamı hissetmediğinden ölüdür. İşte; ne ölmeyi, ne yaþamayı beceremediğin o yerde konaklarım bazen; ulaşamazsın!
Hani yerinde duramaz ya insan bazen, yaramaz bir çocuktan ödünç alınmış gibidir yüreğin… Bütün ağaçlara tırmanmak istersin, bütün nehirlerde yıkanmak… Zamanı önüne katıp koşarsın; biri biterken bir yenisi gelir aklına; türküler, şiirler sıralarsın. Bir türlü durduramazsın kahkahalarını, olur olmaz her şeye gülersin. Bulutlardan basamak yaparsın zirvelerde konaklamak için, yıldızlara nazire yaparsın yaktığın ateşlerle… İşte, ölümden kaçmak için hayatı kovaladığın yolculuklara çıkarım bazen; yetişemezsin!
Hani, hayatın türlü sürprizler hazırladığını bilirsin bilmesine de hazırlıksız yakalanırsın her seferinde; bir el boğazını sıkar, yüreğin titrer iliklerine kadar. Tıpkı, elektrik kesilmiş ve karanlığa alışamamışken gözlerin, yıldırım düşmesi gibi bir yerlere… Aynı anda hem kör, hem sağır olursun bir kaç saniye için… Ya derin bir oh çekersin ortasında, ya ölürsün. İşte, ölüp ölüp dirildiğim anlar olur bazen, geri döndüğüm her seferde; yarım kalmış sevinçler vardır, atılamamış çığlıklar, kederin dilsiz bıraktığı bir dağ gibiyimdir; taşıyamazsın!
Hani, yalnızlık ürkütücü gelir çoğu insana, sürekli kalabalığa karışmak ister, hep birileri olmalıdır yanında; kendi sesini duymaktan korkar. Bilirim, delilik derler; ama kendimle konuşurum her zaman, kavgalarım kansız bitmez. Kazandığm her savaşın ödülü, kendimle çıktığım bir yolculuktur. Kimi zaman bir deniz kenarında martılarla bölüşürüm simidimi, tek kişiliktir masam; kimi zaman evden dışarı atarım kendimi, ayaklarım nereye götürecek bilmem. Kaybettiğimde, daha derinlerde olduğunu düşünürüm nedenlerin, yanıtların; sırra kadem basarım; yalnızlığa alışamazsın!
Hani, hüzünlüdür gülümsemeler bazen; yağmura eşlik eden güneş gibidir yüzün… İşte, böyle tezatlarla doluyumdur ben de… Herkes konuşurken, tek söz etmek gelmez içimden, sessizlikte çözülür dilim, yüreğim uykusundan sıçrar. Acılarla tutuştuğumda ayak direrim ölüme; mutluyken, inatlaşmam. Kederde soğukkanlıyımdır, sevinçte sulu gözlü… Herkes, her şeyden elimi ayağımı çektim zannettiğinde, aslında daha ilgiliyimdir hayatla ve kendimle… İçkiden, değil sarhoş olmak, yalpaladığım bile görülmemiştir; oysa başımı döndürür yaşamak... Yüreğim engindir belki, ama taşkındır gelgitleri; nefes alamazsın!
Evet, insanlar gülsün isterim ben de sevsin, sevilsin; gözlerinden hırs, yüreklerinden nefret silinsin! Güneşin batığındaki hüznü, doğuşundaki umudu alabildiğine hissetsin. Bahara kucak açmış bir ağacı da solmuş bir çiçeği de fark etsin. Kör gözlerle seyretmesin akıp giden hayatı… Sadece kendi için değil, başkaları için de arayabilsin mutluluğu, düşleri bencil olmasın. Sormaktan, öğrenmekten korkmasın. Yaşamak, sadece kendi hakkı sanmasın. Ancak, istediğinle yaptığın birbirini tutmaz her zaman; her şeye rağmen sevmek ve yaşamak zor gelir. İşte böyle günlerde, üzerim sevdiklerimi; teselli bulamazsın!
Evet, bilirsin dara düştüğünde yanında olacağımı; elini tutup, gözlerinin ta içine bakarak “geçti!” diyeceğimi… Bir anlık sevmediğimi, sevdiğime yalan söylemediğimi… İş oraya vardığında, gerçeklerden tokatlar indireceğimi yüzüne, güvenirsin!
Umutsuzluk bir hastalıktır bilirim, gün gelir mutsuzluğa alışırsın, kılını kıpırdatmaz kurtulmak için! Yanıtlar arayacak soruları yoktur, üstelik soru sormak, mehtapsız bir gecede, bilmediğin sularda yüzmek gibidir; tedirgin edici ve tehlikeli… Dipsiz bir kuyuya mı çekileceksin, daha önce ayak basılmamış bir kumsala mı çıkacaksın kestiremezsin. Belki de farkında olmadan yaptığın bir tercihtir güvenli sular… Benimleyken, emniyette değilsin!
Hani, karşılıksız sevmek ve karşılıksız vermekten bahseder dururuz hep… Oysa, karşılıklıdır her şey… Seni sevmediğini hissettiğin birinden, nefret etmeyebilirsin belki; ama sevmezsin de… Farkında olsan da olmasan da hesap tutarsın; hiç almadan hep vermekten bıkarsın. Sevdiğimi bildiğinden seversin beni, arada aldığından verirsin. İkimiz de biliyoruz ki hayatımız fazlasıyla kısa sürgitler için, sabredemezsin!
Yaşamak, en büyük maceramız derler; hayatsa, bizlere verilmiş en büyük hediye… Bir dostun getirdiği paketi açıp, beğensek de beğenmesek de gülümsememiz gibi, memnun olmama hakkımız yoktur sanki… Ben, paketimi açtğımda, hoşlanmadım gördüğüm pek çok şeyden… Doğruydu, yaşamak bir maceraydı; bilmediğim çok şey vardı, aranacak ve bulunacak nice bela, yanıt, umut; ama vazgeçilmez, paha biçilmez bir hediyeye dönüştüremedim hayatımı… Üstünde çalışmalıydım. Henüz bitirmemişken, benimle paylaşamazsın!
Cenneti yeryüzüne indirdiğim zamanlarda, içimdeki ormanda dolaşırsın keyfince, cehennemde saklanacak delik ararsın. Oysa, ormansa istediğin, er geç yangınla yüzleşmen gerekir. Ağaçların türküsü, çiçeklerin gülümsemesi, ırmakların şiiri içinse gelişin ve alevlerle dağlanmamışsa yüreğin, ateşimde yanamazsın!
Düşündüğünü söylemek basittir çoğu zaman; bilgi dağarcığında biriktirdiğin, özümsediğin cümleleri sıralayabilirsin kolaylıkla, kanıtlar gösterebilirsin. Aklınla galip çıktığın savaşlar vardır, düşüncelerini çarpıştırdığın insanlar… Kaybetmek, yenilmek demek değildir; yeni ufuklar açmaktır önünde; irdeleyecek başka fikirler, okuyacak yeni kitaplar bulmaktır. Oysa karmaşıktır yüreğinin dili, aklının dilinden bir şey anlamaz. Faydasızdır, hayır dediğine direnmek; sonunda yola getirir seni ve heyhat, sivri dillidir yüreğim; kaldıramazsın!
Hani, denize nazır bir tepede yürürken, ufku göstermiştin bana; ulaşılmaz bir beyazlığı vardı, geleceğe bakıyoruz demiştin, umuda… Benimse, uçurumun kenarında kurumuş, küçük bir ağaca takılmıştı gözüm, hiçbir süsü yoktu; ne çiçeği, ne yaprağı; yine de o kadar güzeldi ki! Seni dinlemediğimi sanmıştın; oysa kaçırmamıştım hiçbir şeyi; ne manzarayı, ne sözlerini; sadece, umuttan önce hüzün yerleşmişti yüreğime…İşte o günkü gibi, olur olmadık yerde hazana döner mevsimim; yüzüm sararır, gözlerim dolar, fırtınalar kopar içimde; tutunamazsın!
Evet, insanların konuşacak şeyleri olmalı, haklısın. Üstelik, bilirsin çekilir sohbetim… Ancak, sessizliği de paylaşabilmek isterim sevdiğimle; eli elimde, gözleri yıldızlardayken, kalbinin atışlarını dinlesin; ay ışığında türküleri olsun söyleyecek. İşte zamanı durdurduğum, sözcükleri öldürdüğüm anlarım olur benim; bir dize veya ezgi değilsen, sesini duyuramazsın!
Kederin kışı çöker üstüme bazen, hüzünler kuşanırım, boynuma dolanır acılar... Başımın üzerinde kapkara bulutlarla gezinirim, yağmayı bilmem. Tozu dumana katan rüzgarım, dert kaldırır değdiği yerden, ayazım dayanılmazdır, ısınamazsın!
Hani bazen, kör ve sağırdır en yakınındaki insanlar, sözcükler işe yaramadığında, yürekler girmelidir devreye, bir dokunuşla avutulabilir dertler vardır. “Boş ver!” ya da “Adam sen de!” denildiğinde, ister istemez geri çekilir insan; sorular, kaçmak için en iyi bahanedir. Yargısız infazlar yapılmadan, incitip incinmeden ve hala seviyorken, vazgeçmen gerekir.
Sen de vazgeçmelisin!
Sonra, “Hoşça kal!”dan önceki, öldürücü birkaç cümlenin zamanı gelir:
Sen, beni fazla duygusal buldun, elinde sırça bir yürekle uzun bir yolculuğa çıkmaktan korktun. Ben seni, duyarsız ve tepkisiz; aslında, ikimiz de olmak isteyip de olamadığımız insanlar gördük birbirimize bakınca; ben her şeyi dert etmekten bıkmıştım, sen, her şeye kafanı çevirmekten…
Sanırım bu yüzden, biz olmayı beceremedik bir aradayken...
Hoşça kal!