Önemli Not: İslama ve müslümanlara hakaret etmek isteyenler için açılmış bir konu değildir.Bu ve benzeri konularla yakından ilgili arkadaşlara tavsiye niteliğinde açılmış bir konudur. Konu Dışı başlığı altında açılabilecek bir başlık olduğu için eklenmiştir.Okuyana gerçekten katkısının olacağına inandığım güzel bir yazıdır.Yazarı Abdullah Kuloğlu'dur.
İyi okumalar,
Selamlar.
Samimi olarak fikrini merak ettiğim üyeler ; tiger,MotorKafa,ZıppırMan,KuvvetMira ve coq. Arkadaşlar samimi olarak görüşlerinizi yazarsanız memnun olurum.
Mümtazer Türköne'nin Nurculuğu ve İslamcılığı
Gülen Cemaati: Bir Zihniyet Erezyonunun hikâyesi-
(Son dönemde patlak veren “İslamcılık” tartışmalarında Ali Ünal, Mümtazer Türköne ve Ali Bulaç vesilesiyle bir zihniyet dönüşümünün şahane misâllerine şahit olduk. Bu yazıda kemik sesi gelebilir şimdiden uyarayım. Elbette hanım mizaçlılar için bu bir ihtardır. Devamını okumasınlar!..
Bu yazı Mümtazer Türköne’nin –yakışıklı general duruşlu resmi eşliğinde- sitemizde yayınlanan şu linkteki yazısı vesilesiyle yazılmıştır: http://www.timeturk.com/tr/2012/09/2...-kaldilar.html )
Türköne şöyle yazıyor; “1960'lı, 70'li hatta 80'li yılların İslâmcı metinlerini açıp okuyun. Müelliflerinin bile o metinleri yüzleri kızarmadan okuyabileceğini sanmıyorum. En ilerileri Necip Fazıl'ın, Sezai Karakoç'un kaleminden çıkanlar. Yüksek belagatin, edebî ilhamların dışında bugüne hitap eden bir düşünce bulup çıkartabilir misiniz? Hakkını verelim. O zaman çok işe yaradılar. Pusulasını kaybetmiş, bir şeyler arayan nesli "Diriliş Nesli"ne dönüştürdüler, Anadolu bozkırlarına sıkışanları "Büyük Doğu"ya taşıdılar. Peki ya bugün? O kadar emeğin, o kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi ne? "Müsbet hareket" düsturu ile keskin ideolojik tartışmaların ve kutuplaşmaların dışında kalan Risale-i Nur Geleneği dışında bir canlılık belirtisi kaldı mı?”
“O metinleri yüzleri kızarmadan okuyabileceğini sanmıyorum” şeklindeki ifadesinin cevabını yazının en sonunda bulacaksınız. Yüz kızartıcı metinlerin yazarlarından en ilerileri Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’un kaleminden çıkanlarmış (!)..
Türköne ve (Ali) Ünal uyanık!.. İki bakımdan; Birincisi Bediüzzaman Hazretler’ini kendilerine paravan olarak kullanmaları. Ne alakaları varsa?!.. İkincisi ise Ali Bulaç’ı “Büyük Doğu” ve “Diriliş” temsilciliğine zorlamaları. Ne alakası varsa?!..
Böylece kendi güdüklüklerine, kısır anlayışlarına mahkûm ettikleri Bedîüzzaman ve Necip Fazıl Kısakürek’i tokuşturmak derekesine düşmüş HIRSLARINA okuyucularını “alet” etmek istiyorlar.. O hırsın ne olduğu yazının sonunda.
Hem de “Yüz kızartıcı metinler” ile..
Elbette kızaracak yüzleri varsa.
Köşelerinde kullandıkları fotoğraflara bakılırsa ne demek istediğimi anlarsınız.
Hatırlattıkları da “Don Kişot’un Sanço Pançosu”. İspanyol romancı Miguel de Cervantes Saavedra’nın meşhur romanının “sevimli ve hayalperest salağı” olarak romanda zatî kıymeti sıfır olsa da yazarının dehâsı sayesinde önemli dersler almamıza “vesile” olan komik bir tipleme var ya!.. Hah işte O tip!..
Bu yazıda da oynadıkları rol bakımından aynen bu kadarcık bir kıymetleri var. Fakat vesile oldukları bakımından takdir ve teşekkürü hak ediyorlar.
Öyle ise başlayalım. Vira bismillah!..
“Don Kişot'un Sanço Pançosu" dediklerim kimlerdir? Necip Fazıl Kısakürek’in dilinden kimlik tahlili, buyrun (devamını da ideolocya örgüsünden okumanızı tavsiye ederim) :
--------------------------------------------------------------------
REFORMACILAR
§ Reformacı, eski şeklin ismini ve gûya esasını muhafaza edip, onu, zannınca bazı ihtiyaçlara göre yenileştirmek isteyendir.
§ Reformacı, yani ıslâhçı, herhangi bir dâva ve mevzuu, ister maziye, ister istikbâle doğru olsun, yekpare bir vâhid olarak kabul edemiyen bîçare idrak bünyesidir. Ne attığını tam atabilir, ne de aldığını tam alabilir.
§ Reformacı, dış şartları dâvanın öz bünyesine tâbi kılacak hâlis ve mutlak mefkûreci olmak yerine, dâvanın öz bünyesini dış şartlara göre ezip büzmekte, ayarlamakta hesaplamakta mahzur görmiyen bir arabulucu, bir barıştırıcı, bir maslahatçıdır.
§ Reformacı inandığından şüphe edendir.
§ Tanzimat hareketi, dinin merkezinde olmasa bile, muhitinde, çok âciz, şaşkın ve kısır bir reformacılık hareketidir.
§ Meşrutiyet hareketi, bu reformacılığın, daha az şaşkın, fakat daha çok idraksiz, üstelik büsbütün tereddî ifade eden garp züppelerinin elinde, devamıdır.
§ Son devir, reformacılığı bozdu ve Garbı tâ kökünden benimsemeye kalkarak, dâvayı menfî tarafından tezatsızlığa götürmek istedi.
§ Herhangi bir dâvanın istediği, muhakkak ki tezatsızlıktır; fakat hangi istikâmetten? Küfürden mi, imândan mı?"
----------------------------------------------------------------------
Neymiş efendim!.. “Dış şartları dâvasının öz bünyesine tâbi kılacak hâlis ve mutlak mefkûreci olmak yerine, dâvanın öz bünyesini dış şartlara göre ezip büzmekte, ayarlamakta hesaplamakta mahzur görmiyen bir arabulucu, bir barıştırıcı, bir maslahatçıdır.”
Tek cümlede bizim “ahmâk sanço panço”gillerin tüm ruh ve fikir haritasını çizen Üstad!..
Bedîüzzaman’ın dâvası, “iman hakikatlerinin müdaafası” ve “şeriat-ı garrâ” ideali olduğuna göre yani itikatta eşarî ve maturidî ve amelde hanefî, malikî, şafî, hanbelî ÖZ BÜNYENİN milletin sinesinde ihyası ve tazelenmesi olduğuna göre, DÂVANIN ÖZ BÜNYESİ bellidir. Fakat bu dâva sadece öz bünyeden ibaret olmayıp, bu öz bünyenin dış şartlarla ilişkisinin keyfiyeti ANA DAVA'ya bağlı bir alt dâvadır. Dış şartlara göre ezilip büzülen bir İslamî Anlayış mı yoksa dış şartları DEĞİŞMEZ İSLAM’a tabî kılan bir İSLAMÎ ANLAYIŞ mı?!..
Üstâd Bedîüzzaman’ın buna verdiği cevap açıktır, diyor ki;
“Dünya için din feda olunmaz….. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir”
Bedîüzzaman’ın “ahmâk sanço panço”gillere dair teşhisi de çarpıcıdır. Zaaf-ı diyanet hastalığı!.. Yani Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “reformacı” başlığında yaptığı teşhislerden bir diğeriyle hüvesi hüvesine aynı. Neydi o aaaa “sanço panço”giller?!.. Şuydu;
“Reformacı inandığından şüphe edendir”
Yani kalbî hastadır. Dış şartların çetinliği karşısında gardı düştüğünden dâvanın “öz bünyesi”ini ezip büker çünkü dâvasının ismini terk edemez fakat dış şartları da dâvasının öz bünyesine tabî kılamaz.
Sonrasında ne mi olur?! Olan olur!. Yani MUTASYON.Tek çare, dış şartlara göre “öz bünye”yi tevil ve tabir etmektir çünkü.
Misâl bu “sanço panço”lar, 1990 yıllarda dergilerinde fotoğrafların olduğu gibi yayınlamasının sakıncalı olduğunu düşünürler, bir caddede banka varsa mutlaka caddenin diğer tarafından geçmenin gereğine delil diye “faize yaklaşmayın” ayet-i celilesini delil gösterirlerdi. Bugün ise malûm çektikleri dizilerde en halîs müslüman kadın tipinin “tesettürü” hak getire!.. Banka sahibiler vs.. Bunları MUTASYONUN kendilerine bakan yönü itibariyle söylüyorum.
İşin komik tarafı, malûm darwin hazeratı manyaklığına bağlı değilseniz –bilenler bilir- faydalı “mutasyon” yok gibidir. Bütün mutasyonlar organizmayı “özürlü” kılar ve genelde yaşamazlar.
Üstâd Necip Fazıl Kısakürek’in el ele kol kola Üstad Bediüzzaman Hazretleriyle bahsini ettiği “dâvanın öz bünyesi”ni bir tohumda genetik kod diye ele alırsanız. Gelişimi boyunca eli, kolu, bacağı, kalbi ve beyni görünür olan insan tohumunun dış şartlardan (gıda, mevsim şartları, barınma vs) tabî kıldıklarıyla geliştiği, aksine bünyeye zarar verenlerinden korunmasıyla varlığını muhafaza ettiğini görürsünüz.
Öyle ise neymiş efendim.. Üstad Bediüzzam Hazretleri davanın "öz bünyesi" konusunda nasıl ihya ve diriliş tertibi işinde iman dâvasının RUHUNA el sürdürmez bir tavizsiz ise, buna mukabil ve devamında Üstad Necip Fazıl Kısakürek de bu korununan RUHUN dünya ilgisi bakımından ihtiyaç duyduğu vücudun "öz bünye"sinin genetiğini "dış şartları" emrine alacak şekil içinde çizmiş olan tavizsiz adamdır!.. Yani birisi vücüdu gözleyen ruhun ihyasında, diğeri de o ruh için vücud inşaasında birbirini tamamlayan amcaoğulları!..
Öyle ise “sanço panço”giller bu durumda ne oluyor? Evet onlar da bir tohumundan neşet etmiştir belki ama daha mevzuuyu ve unsurlarını tanımaktan ve neyin neye nisbetle ele alınacağından habersizlik örnekleri olarak “kalb ve beyin” tarafından özürlüler oluyorlar.. Hatta daha doğru ifadesiyle; Anadolu rahmine bir sunî ilkâ!..
Misâl;
“Tanımlardaki belirsizliğin arkasına sığınanları açığa düşürmek için tekrarlayalım. "İslâmiyet bir hayat nizamıdır, behemehal hayatın her alanına uygulanmalıdır" diyerek çantalarında İslâm tarihi boyunca ilk defa keşfedilmiş "İslâm siyasî sistemi"ni taşıyanlardan bahsediyoruz.”
Kaç türlü cinayet üstüste.. İslam hayatın her alanına uygulanmamalı mıdır? İslam dünya hayatının bir kısmını kuşatamaz bir din midir? İslam bir hayat nizamı değilse, nedir? Dünde "İslamî Siyasî Sistem" yok muydu ki olmayanı keşfetmiş bir gereksiz ilave olsun? Misâl ondan öncesinde bir sistem çapında mezhep yoktu, öyle ise Ebu Hanife kendisinden önce olmayanı ilk defa keşfetmiş bir gereksiz midir? Senin "FIKIH" fehimden gelir haberin var mı? Yani dinde gizli hakikatlerin değişen eşya ve hadiseler boyu ortaya çıkışıyla "iman"ın her an yenilenen olduğunu bilmez misin? İnsan memuriyetinin buna dair olduğunu sana kimsecikler öğretmedi mi?.. Bundan yüz yıl önce toprağa bakıp bundan hiç uçak çıkar mı diyen adam durumunda olduğunu bugün göremiyor musun?..
Ultrason altında anne rahmine yerleşmiş insan tohumunun 1mm çapında haline bakıp belirsizlik gören körlüğe gel de şimdi bir doktor olarak neyin ne olduğunu anlat. Hani eline versen, sümük diye ayağının altına atıp eziverir. Aynen bu yazısında düzünden Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Büyük Doğu”su ile tersinden onun ruhu olmak emeliyle ömrünü vakfetmiş büyük MÜCAHİD Said-i Nursî Hazretlerine yaptığı gibi..
Bir misâl daha;
“ …En ilerileri Necip Fazıl'ın, Sezai Karakoç'un kaleminden çıkanlar. Yüksek belagatin, edebî ilhamların dışında bugüne hitap eden bir düşünce bulup çıkartabilir misiniz? Hakkını verelim. O zaman çok işe yaradılar. Pusulasını kaybetmiş, bir şeyler arayan nesli "Diriliş Nesli"ne dönüştürdüler, Anadolu bozkırlarına sıkışanları "Büyük Doğu"ya taşıdılar. Peki ya bugün? O kadar emeğin, o kadar çabanın, o kadar halisane gayretin bakiyesi ne? "Müsbet hareket" düsturu ile keskin ideolojik tartışmaların ve kutuplaşmaların dışında kalan Risale-i Nur Geleneği dışında bir canlılık belirtisi kaldı mı?”
Burada “sanço panço”luğun hinlik yönüne dikkatinizi çekmek istiyorum. Bir ibare kullanıyor. “Risale-i Nur Geleneği”. Bilenler biliyor ki kastı düpedüz Önder Aytaç’ın deyimiyle “The cemaat”. Şimdi oldu mu size “The Cemaat”, “Risale-i Nur Geleneği” denilen. Uğraş dur!.. Fakat Türköne kendisi söylüyor zaten “The Cemaat” toplumun rahmine yerleştirilmiş Risale-i Nur özünün bir MUTASYONU. Yani düşük çocuk!.. Bektaşî tekkesinin bitmez tükenmez bir maden gibi işlettiği milletin “zararlı kolaya” meylini pirim verme usûlüne (menfaate) bağlı olarak boyuna işleten bir zihniyet.
Baş mı açılacak, aç!.. Sıkıntı yok!..
Otoriteden izin mi alınacak!.. Almazsan bozguncusun zaten!... (Ah başbakanım ah!.. bir anlayabilseydin onları)
Faizli banka muamelesi mi lazım? Hizmet için “o sayılmaz” zaten!..
Halbukî Üstad bırakınız farz olan tesettürü terk etmeyi tavsiyeyi, başındaki sarığı bile fedâya razı olmayan Türköne’nin deyimiyle romantik bir marjinaldir!!!..
Gerçi bunlar eski mevzuular, MUTASYONUN çapı öylesine gelişti ki; Necip Fazıl Kısakürek’in “arabulucu, barıştırıcı, maslahatçıdırlar” “sanço panço” kimlik tespitinin en zirve tezahürü olarak “dinlerarası diyalog” ve “amentüde ittifakımız” var noktasına kadar serpiliverdiler..
Yani amelî mevzuuları geçtik, Bediüzzaman'ın bütün hayatı-herşeyi olan o "RUHA" yani itikadî yani “iman hakikatleri”ne dahi el uzattılar. El uzattılar da ne oldu?!.. Milletten cevaplarını aldılar ve daha alacaklar. Çünkü çark ters dönmeye başladı. Çünkü "sanço panço" yel değirmenin kanatlarına takılıverdi. Yel de fena esiyor üstelik..
Lafı fazla uzatmak istemem.
Fakat bu yazının perde arkasını kurcalamak zorundayız.
İhsan Dağlı’nın akp neo-kemalizimdir çıkışı, Türköne’nin “devlete uzun yıllar yetecek hayat iksiri verdi” dediği “eski İslamcılar (!)” olan Başbakan ve ekibi’ne karşı “olsunda nasıl olursa olsun” kâbilinden açtığı yeni çığırın ölçü tanımaz belirtileri.. Bir“KOPUŞ”un çatırdayan sesleridir.
Yazıdan ilgili yer;
“Türkiye Cumhuriyeti, Batılı ittifak sistemleri içinde kuma gömdüğü başını kaldırıp çevresi ile ilgilenmek zorundaydı. İnfirat politikalarından vazgeçmek ve Ortadoğu'da bir mihver ülke haline gelmek, devletin âlî menfaatleri için gerekliydi. Devleti daha itibarlı ve güçlü kılacak bir politikaya dönüştürmek için İslamcı birikim ve aydınlar dışında başka seferber edebileceğimiz hangi aktörler vardı? Araplar deyince burun kıvıran laik-Kemalist hariciyeciler mi?”
Pek kıymetli okuyucularım –dikkatinizi çekiyorum- bunlar alıştırma cümleleri… Bu direkt olarak Büyük Ortadoğu Projesi içinde “DEVLET”i batılı ittifak sistemine bağlama “TAŞERONLUĞU” ithamının bir versiyonundan ibaret.
Dert de şu; The Cemaat ile uzlaşma ve ittifak içinde olmaktansa, romantik İslamcılara yani hayatta “yeni ve geçerli” hiçbir şey söyleyemeyenlerle iş tutmak yolunu tercih etmenin bir bedeli vardır. Sen nasıl başka taraflara iltifat edersin çığlığıdır bu. Aynı zamanda tehdidir de!..
Romantik İslamcı dedikleri de, Büyük Doğu’cu, Dirilişci dedikleri bir halkalanma…
Tam da burada bir mim koymak isterim. Esasında Türköne bu imâyı yaparken farkında değil ki, hedef tuttukları da “Büyük Doğu”ya nisbetleri olmakla birlikte…
“Ah başbakanım ah bir görseniz!” diyenlere mukâbil..
Gıkı çıkmayan ve halis dostluğu peşin olanları ne zaman göreceksiniz?!
Daha doğru ifadesiyle bırakın zamanını, görebilecek misiniz?!..
Tam da Menderes anılırken, çekingen Menderes’in Necip Fazıl Kısakürek’i gizli ve kapaklı bir yara gibi ceketinin astarında kaybetmesinin bir tekrarını mı yaşayacağız yoksa!..
Not:
1) Mümtazer Türköne’nin bu yazısını timeturk’te ilk yazım olan “Diyalog” başlıklı yazıma karşılık üstüme alındım. Öyledir veya değildir bilemem. Fakat benim temsilini yapmaya çalıştığım bir “mânâ”ya karşı “ bilerek veya bilmeyerek” yazılmış bir yazıdır. Alakasını görmek isteyenler için yazının linki şudur: http://www.timeturk.com/tr/makale/ab...u/diyalog.html
2) Şüphesiz “sanço panço” “don kişot” ilgisi üzerinden işgüzarlık yapılmamalıdır. Uyardım gitti!..
3) Yazının sonunda cevabını vaad ettiğim “müelliflerinin dahi yüzü kızarır sandığım” şeklinde Necip Fazıl Kısakürek’e dair yazılan kelâma dair vaadimi yerine getireyim.
Mümtazer Türköne Beyefendi, siz Risale-i Nur müellifinden yazdıklarınızla utanmamayı becerebilen bir mutasyon eseri olduğunuza göre, Necip Fazıl Kısakürek’in “utanacağını sanmakta” sizi mazûr görüyorum. Vaadim tamamdır.
3) Bu yazının devamı şartlara göre 1-2-3-4 şeklinde gelebilir.
Abdullah Kuloğlu