https://vroomontheroad.blog/2018/04/...anya-gezileri/
Herkese merhaba,
Londra’da yaşamaya başladığımızda aldığımız kararlardan biri motorumuzu alır almaz her haftasonu, her tatili değerlendirip, bu adayı olabildiğince keşfetmekti. Kendi motorumuzu maalesef buraya getiremediğimiz için onu satıp burada yine bir Triumph sahibi olmayı kafaya koymuştuk. Mart ayında dileğimiz gerçekleşti. Khaki dedikleri namı diğer Haki yeşili Triump Tiger Explorer’a burada da kavuştuk. Türkiyedeki motorumuz en baz olan XR versiyonuydu. Bu sefer en üst ve offroad versiyonu modeli olan XCAyı tercih ettik. Temel şase ve motor aynı olsada elektronik oyuncakları oldukça faydalı. Hele bu ülkede çok fazla işe yaradığını söyleyebilirim.
Easter dedikleri Paskalya Bayramını fırsat bilip 4 günlük bir rota oluşturduk. Hedefimiz adanın güney doğusununda bulunan birkaç yeri gezmekti. Motorumuzu Londra’dan 1 saat uzaklıktaki Guilford’da bulunan Triump bayisinden aldık. İkinici el satışları İngiltere’de çok kolay. Tek bir imza ile satış yapılıyor fakat asıl sorun motosiklet hırsızlığının fazla olması nedeni ile size çıkartılan kasko ve sigorta ücretleri. Türkiyede alışılmışın çok dışında bir sistem var. Sigortayı bir yerdem kaskoyu başka bir yerden yapmıyorsunuz. Sigorta + kasko ücretleride motor bedelinin %5i değil. Ben yaklaşık olarak bedelin %30una sadece sigorta yaptırabildim. Garajlı eviniz yoksa bazı yerler sigorta dahi yapmıyor. Neyse biz gezimize geri dönelim.
GUILFORD
Sabah 9 gibi Guilford trenine binmek için yola çıktık. Yaklaşık 1 saat süren tren yolculuğundan sonra Guilford’a varmıştık. Motoru teslim alacağımız bayi şehir merkezinde olmadığı için taksi ile bayiye gittik. Şansımıza yağmur yavaştan atıştırmaya başlamıştı. Motor gittiğimizde hazırdı. Top box hariç. (Topcase e İngilizler top box diyorlar) İmza işleri tamamlandıktan sonra giyinip, yolculuğumuza başladık.
İlk durağımız benzin istasyonuydu. İtalya’da olduğu gibi burada da benzin almak gayet kolay. Benzin alırken yağmur daha da hızlandı. Bir Londra klasiği yağmur. Ada’ya geliyorsanız her zaman yağmur ile karşılaşabilirsiniz. Tüm ekipmanlarımız yağmura hazırlıklı olduğu için hiç aldırış etmedik ve yola çıktık.
Km ve Mil kavramları farklı olduğu için ilk yola çıktığınızda tabelalarda 10 mil yazan yere gitmek yaklaşık yarım saat sürünce bir garip gelse de kısa sürede adapte oluyorsunuz. İngiltere’de mutlaka navigasyona ihtiyacınız var. Yolda bulunan tabelalar bazen yeterli olmayabiliyor. Genelde tabelalarda şehir adı yerine köy kasaba isimleri yazıyor. Bizde o küçük yerlerin ismini ve nerede olduklarını bilmediğimiz için nereye gideceğimizi bulamadık. Nitekim 1 saatlik yolumuz olan Brighton’a yağmurla yaklaşık 2 buçuk saatte anca gidebildik. Intercom Türkiye’de kaldığı için onsuz ilk yolcuğumuzdu. Uzun yolda artçı ile gidiyorsanız bir kere daha intercomun ne kadar rahat ve gerekli bir araç olduğunu da bu gezi de anladık.
BRIGHTON
Yaklaşık 2.5 saat süren yolculuğun ardından sonunda Brighton’a vardık. Burası İngiltere’nin güney doğusunda Manş denizine kıyısı olan büyük bir şehir. Eskiden bir balıkçı kasabası olarak bilinse de turizm ve üniversitesi sayesinde gelişip büyümüş. Genellikle sezon Mayıs – Ağustos ayları arasında açılsa da nisan ayında da oldukça kalabalıktı. Yazları İngilizlerin denize girebildikleri ender tatil beldelerinden biri burası. Rengarenk şezlong ve bunglovları ile meşhur diyebiliriz.
İngiltere’de her araba otoparkının içinde motorlar için ayrılmış yerler bulunuyor. Ayrıca yol kenarlarında da motosikletler için özel ayrılmış otoparklar mevcut. Baştan belirteyim bir italya veya avrupa değil. Motorun her mevsim kullanıldığı şu güzel ülkede maalesef park alanları avrupadaki gibi yeterli değil. Motoru Pavillion karşında bulunan bir yere parkedip, Brighton Pier karşısında kendimizi hemen bir Fish&Chips dükkanına attık. Gerçekten gore-tex ekipmanlar olmasa halimiz ne olurdu bilemiyorum. Yemek sonrası kalkarken tüm ekipmanların altı ufak bir göle dönmüştü. Yağmur hala dinmemiş olmasına rağmen otele gitmeye karar verdik. Yağmurun çok yorması ve ekipmanlarımız artık ıslandığı için gezmek çok keyif vermeyecekti. Brighton’dan yaklaşık yarım saat uzaklıkta bulunan sevimli bir butik oteli kalmak için tercih etmiştik. Buranın Sunday Roast’u çok meşhur. Şayet bir pazar günü giderseniz ya da yolunuz düşerse denemenizi tavsiye ederiz.
Otel Bilgisi: Highdown Hotel & Restaurant
Gece saat 4 te ötmeye başlayan kuşlara buralarda (İngiltere’de nerede olursanız olun) alışmanız gerekiyor. İstanbul’da her sabah araba gürültüsüyle uyanırken, buralarda her sabah kuş sesleri ile uyanmak paha biçilemez, şahane bir duygu. Yemyeşil bir doğanın içinde bulunan otelin üst tarafında kocaman bir yürüyüş yolu bulunuyor. Otelden ayrılmadan burayı da ufak bir keşfe çıktık. Çok enterasandır ki köpeklerini gezdirmek ve atlarına binmek için gelen birçok insan vardı.
Hazırlanıp, önceki gün gezemediğimiz Brighton’ı gezmek için yola çıktık. Burada birçok kişinin atı olduğu için trafik kurallarında atlarla ilgili birçok tabela görebilirsiniz. Ayrıca ehliyet sınavında da atlarla ilgili birçok soru geliyor. Yolda giderken arabalarına atlarını için özel conteyner bağlatan birçok aile ile karşılaştık.
İlk durağımız Pavillion.
Hem çocuklar hem de büyükler için eğlencenin yeri Brighton Pier. Denizin üzerine inşa edilmiş iskelede restoranlar, food market diye adlandırılan yemek standları, lunapark ve oyun salonları bulunuyor. Kendinizi alamayıp bir oyuncağın üzerinde ya da oyun salonlarında bulabiliyorsunuz.
Deniz kenarında biraz yürüyüş yapıp, fotoğraf çekildikten sonra Seven Sisters Cliflerine doğru yola çıktık.
SEVEN SISTERS CLIFFS & BEACHY HEAD
Yaklaşık bir saatlik bir yolculuğun ardından olağanüstü doğal bir güzelliğe sahip Güney Downs Milli parkı sizi karşılıyor. Güney Sussex’te yer alan, İngiliz mirası olarak kabul edilen ve koruma altına alınan yerlerden birtanesi burası. 280 hektarlık bembeyaz tebeşir uçurumlar olarak Türkçe’ye çevirebiliriz ��
Parkın kendi otoparkı mevcut o nedenle sorun yaşamadık. Motoru parkedip, ödemeyi yapabilirsiniz. İlk önce Beachy Head’e yürüyüp, ardından sahile inmeyi tercih ettiğimiz için uçurumun kenarından yürüşümüze başladık. Çok fazla trekking için gelen gruplar da bulunuyordu. Kuş gözlemciliği, bisiklet, yürüyüş, kano gibi bir çok açık hava etkinliğinin yapıldığı biryer burası. Uçurumun kenarına çok fazla gitmemenizi tavsiye ederiz çünkü bazı yerlerde toprak ve kaya kaymaları olmuş. Bu bölgeleri genellikle girilmemesi için çevrelemişler. Geçen sene selfie çekmek isteyen birisi bu kayalıklardan düşerek ölmüş. Parktaki görevliler sürekli bu konuda uyarı yapıyorlar ve hertürlü sorumluluğun kişinin kendisine ait olduğunu belirtiyorlar.
Gözalabildiğince uzanan bu sahil şeridini uçurumun kenarından, yemyeşil çimenlerin üzerinden takip edip meşhur fenere ulaştık. Burada soluklanabileceğiniz ufak bir kafe bulunuyor. Birkaç fotoğraf çekildikten sonra başladığımız yere geri döndük. Hava serinlemeye başladığı için kafeden sıcacık çaylarımızı alıp, deniz kenarına indik.
Hayatımda böyle tuhaf bir manzara ile hiç karşılaşmamıştım. Uçurumdan düşen kayalar ufalanıp, yosun tutmuş. Yosunları normalde hiç sevmesem de bu garip manzara insana güzel geliyordu. Merdivenlerden iner inmez şansımıza o gün deniz biraz çekildiği için denizin ortasında kocaman bir kumluk alan ortaya çıkmıştı. Hep İngiliz filmlerinden aşina olduğumuz bu nefes kesici manzarada güneşi batırdık. Yolunuz buraya düşmese dahi, rotanızı değiştirip gelmenizi tavsiye ederiz.
Otele geldiğimizde neredeyse hava kararmak üzereydi. Otelin önünde 15 tane ördek bizi karşıladı. Burası doğu Sussex’de bulunan 16. yüzyıldan kalan bir Tudor Konağı. Evet şaşırmayın gerçekten adına yaraşır bir konak. 1599 yılında ilk inşa edilmiş. Şuan bir baba kız tarafından işletilen bir otel. O kadar sıcak kanlılar ki hem check in hem de check outta bizimle sohbet ettiler. Genelde İngilizlerin soğuk olduğu söylenilir ama siz inanmayın. Çok kibar ve ince insanlar. Yaptıkları işlerden son derece keyif alıyorlar. Konumuza geri dönersek herşeyin ince ince düşünüldüğü, eski tarihi eşyaların bulunduğu bu otele ilk görüşte hayran kalmıştık. Akşam yemeğini otelde yemeği tercih ettik. Genel olarak şunu söylemeliyim ki İngilizler gerçekten çok şık. Onların yanında akşam yemeğinde baya spor kaldık �� Yemekler tek kelime ile şahaneydi. Daha önce bazı Avrupa ülkelerinde aç kalmışlığımız olsa da bu memlekette bir kere bile aç kalmadık. Kendilerine ait bir mutfak kültürleri olmasa dahi damak zevklerimiz çok farklı değil bence. Buraya kadar gelirseniz yerel şaraplarından mutlaka birini deneyin.
Otel Bilgisi: The Brickwall Hotel
BATTLE
Güneydoğu İngiltere’ye gelince mutlaka uğranılması gereken küçük bir İngiliz kasabası burası. Belki de doğu Sussex olarak duymuşsunuzdur. Evleri, rengarenk çiçekleri, sevimli kafeleri ile insanı farklı bir gezegende hissettiren bir havası var. Filmlerden hatırlayacağınız üzere Battle İngilizler için anlamlı ve tarihi bir öneme sahip. İngiliz mirası olarak korumaya alınan Battle Abbey and Battlefield görülmeye değer.
Kalenin hediyelik eşya dükkanında bulunan eski bira kadehleri de çok otantik. Fiyatları TL’ye çevirince biraz pahalı maalesef. Buraya yaklaşık 3 saat ayırırsanız keyifli şekilde gezebilirsiniz. Çocuklar için içeride eski savaşı canlandıran ve onlara oranın önemini anlatan çalışanlar var. Önce kalkanlarını tasarlıyorlar ardından kostümlerini giyip, ellerine kılıçlarını ve kalkanlarını. alıp, hem geçmiş kültürlerini öğreniyorlar hem de eğleniyorlar. Havanın serin olması nedeniyle kale içinde bulunan sevimli kafede biraz ısınıp, birşeyler içtikten sorna Hasting’e gitmek üzere yola çıktık.
HASTING
Deniz kenarında ufak bir balıkçı kasabası burası. Eskiden kaçakçılıkla anılan bir yerleşim merkezi. Kendine has siyah kirişli evleri, yosunlu çatıları, adım başı yolunuza çıkan martıları ile yarım gününüzü geçirebileceğiniz keyifli bir yer.
Motorumuzu Kalenin altında St Marry nin hemen karşısında yer alan deniz kenarında bir otoparka parkettikten sonra gezintiye başladık. Buradaki sahiller Türkiye’deki sahiller gibi değil. Dalgaların çok yükselmesi nedeniyle deniz kenarında çakıl taşlarından küçük dağlara benzer setler oluşuyor. Yine yaz aylarında insanların denize girdiği gözalabildiğince uzun sahili olan bir yer burası.
Fish and Chips yemek için herhangi bir barı ya da restoranı tercih edebilirsiniz. Cod ve Haddock olmak üzere genelde tüm adada 2 çeşidi var. Tabi ki farklı balık çeşitlerinden yapılanlarını da farklı restoranlarda yiyebilirsiniz. Cod morina balığı, haddock ise bildiğimiz mezgitten yapılanı. Bence ikisi de lezzetli.
Old City denilen eski şehri gezdikten sonra Cliff Railways diye adlandırılan teleferiğe binmeye gittik. Burası kısa bir füniküler aslında. Yukarıdan harika kıyı manzarasını seyredebilirsiniz. Tepede bulunan kaleye yürüyerek çıkmak da mümkün sadece biraz engebeli bir yolu olduğu söylendi.
Fünikülerin hemen altında bu eski tarihi balıkçı evlerini (eski adları Net Shops) görebilirsiniz. Uzun ince siyah ahşaptan yapılan balıkçılara ait olan bu evler depolama amacıyla kullanılmışlar. İnce uzun olmalarının sebebi de eskiden yer olmaması ve balıkçıların ağlarının içeriye boylu boyunca asabilmeleri amacıyla bu şekilde tasarlanmışlar. Dünya üzerinde böyle bir yapı olmadığı için bu sevimli ahşap evlerde Dünya mirası adı altında korumaya alınmış.
Oyun ve eğlence merkezlerini seviyorsanız bu şehir tam size göre. Çocukları olanlar bizce buralardan uzak durabilir �� Büyüklerin bile kendini kaybettiği bir yer burası. 1 oyun diye girdiğimiz oyun salonunda yaklaşık bir buçuk saat harcayıp, bir unicornun sahibi olduk �� Ayrıca açık havada birçok oyun parkı da mevcut.
Akşam üzeri bir sonraki durağımız olan Dover’a gitmek üzere yola çıktık.
DOVER
Hasting’den otele gitmeden önce Dover kalesini görmek ve burada bir kahve içmek istemiştik. Maalesef kale 5’te kapandığı için yetişemedik. Denize sıfır olan bu antik liman şehri günümüzde Manş denizine ve boğazına açılan bir kapı olarak kullanılıyor. Büyük bir limana sahip bu şehirde karşılaştığınız koca tırlar buranın taşımacılık için kullanıldığının bir kanıtı. Kaleden limana doğru inip, bir kafede kahve içmeyi planlarken bir tane açık restoran, bar, cafe bulamayışımız, İngilizlerin pazar günleri akşam üzeri ( genelde saat 5’te) heryeri kapatıp, aileleri ile zaman geçirdiklerini bir kere daha anladık. Yaklaşık 1 saat süren arayışımız başarısızlıkla sonuçlandı ve otelin yolunu tuttuk. Dover’a uğramasanız da birşey kaybetmezsiniz. Bizim için tam bir hayal kırıklığıydı.
Otelimiz Dover’a yakın yemyeşil çayırların arasında kendi küçük bir gölü olan bed and breakfastlardan birisiydi. Yaşlı bir çift tarafından çekip çevrilen bu otel gerçekten 2 gezgin için çok doğru bir tercih olmuş. O kadar güleryüzlü bizi karşıladılar ki.. Hemen motorumuzu parkedebileceğimiz bize ait kapalı otoparka yönlendirdiler. Tabi ertesi gün buradan çıkmamız hiç kolay olmadı. Yaklaşık 275 kiloluk bu aleti geri geri çakıl taşlarının olduğu bir yerden çıkarmak için baya zorlandık. Yarım saatte iki kişi zor çıkardık.
Yaşınız kaç olursa olsun insanların hobileri ve tutkularının peşinden koşabildiğini burada tanıştığımız yaşlı çift ile bir kere daha bize tüm açıklığı ile gösterdi. Hobi olarak işlettikleri bu eski klasik İngiliz evinin bahçesinde kocaman bir hobi evi yapmışlar. Eski Alman arabaları ile ilgili bir atölyeleri var. Mercedes, Audi, Porsche, Volkswagen’a ait eski klasik arabalar heryerdeydi.
Odanızda kendinizi evinizde gibi hissediyorsunuz. Sıcacık çaylarımızı içip, bir güzel dinlendik. Ertesi sabah Canterbury’e gitmek üzere yola çıktık.
Otel Bilgisi: Goss Hall Bed & Breakfast
CANTERBURY
Cantebury de küçük, turistik bir diğer şehir. Buraya geçerken birkaç saatinizi ayırıp, uğramanız yeterli. Şehre girdiğimizde tek motorcu biz olsak da, ilerleyen saatlerde motorlu grupların uğrak yeri olduğunu bir kere daha gördük. Motorun yanına geri döndüğümüzde etrafı 10 adet R1200GS – GSA ile çevrilmişti. (Bizimki daha güzel �� Motorumuzu Abbey’e yakın bir otoparka parkettikten sonra gezintiye başladık. Şansımıza bugün hava gerçekten harikaydı ta ki dönüş yoluna geçene kadar ��
Sadece İngilizlere ait eski yapıları değil, Roma dönemine ait birçok kalıntıyı da bu şehirde görmeniz mümkün.
Gezilecek bazı yerlerden görkemli Canterbury Cathedrali’ni , Westgate Tower’ı ve nehirde gondolla seyahati mutlaka tavsiye ederiz. Onun dışında St Augustine’s Abby’e de girdik fakat sadece taş kalıntılar olduğu için burası bizi çok cezbetmedi. Sanırım ülkemizdeki gibi tüm roma kalıntıları yıkıntılardan oluşuyor. Oraya vereceğiniz parayı bizce Katedrale verebilirsiniz.
Rengarank çiceklerle bezenmiş, cıvıl cıvıl restoranların ve kafelerin olduğu minik caddeden Westgate Tower’a giderken “Beaney House of Art and Knowledge” müzesini ve kanalıda görmeyi unutmayın.ZA%lK6cpQdicANE8eE%oUg
Kanal turu yaparken yağmur çiselemeye başlamıştı. O nedenle bir restorana oturup yağmurun dinmesini bekledik. Ahh tabi ki dinmedi ve yola çıkmak durumunda kaldık.
İngiltere’de paralı otobanların sayısı yok denecek kadar az. Canterbury – Londra arasında Türkiye standartlarına göre otoban diyebileceğimiz bir yol bulunuyor. Yaklaşık 2 saat süren yağmurlu bir yolculuk sonrası eve varmıştık.
Motorcular arasında burada farklı bir selamlaşma stili bulunuyor. Kafayı sağa doğru yatırıyorlar. İtalya’da kimi ayağını uzatıyordu. Ama genellikle sol 2 parmakla selam veriyorlardı. Bu da gezecek olanlar için ufak bir not olsun ��
7 ay sonra yaptığımız bu yolculuk diğerlerine göre çok farklıydı. Hem motoru özlemenin hem de bu eşsiz doğayı keşfetmenin verdiği mutlulukla yağmurun, çamurun hiçbir önemi yoktu. 5 derecede, şakır şakır yağmur altında dahi ekipmanlarınız yeterliyse rahat bir şekilde yolculuk yapılabiliyor. (Motorun koltuk ve elcik ısıtmaları olmasa belki o kadar keyifli olmayabilirdi )
Sizi mutlu eden, keyif veren şeyleri herzaman kovalayın. Bir sonraki yağmursuz bir yolculukta görüşmek dileğiyle ��
https://vroomontheroad.blog/2018/04/...anya-gezileri/